Tatar Hasanların İbrahim Ağa

Tatar Hasan’ların İbrahim Ağa

İkinci dünya savaşı bitmiş, kağıtlar dağıtılmış dünya yeniden yapılandırılmıştı.
Bulgaristan topraklarında değişim baş döndürücü bir hızla devam ediyordu.
1944 yılında Bulgaristan Halk Cumhuriyeti olarak yeniden isimlendirildi,
Sovyetler Birliği destekli yeni bir idare iş başına geçmişti.
Nüfusun yüzde sekseni köylerde yaşıyor yüzde yirmisi şehirliydi
Sosyalist hükümet 13 Kasım 1945’te Bulgar tarımının gönüllü kooperatifleşmesi yasasını
çıkartmıştı. Üç yılda ülke tarımının yüzde sekizi kooperatiflerde birleşti.
Hükümet 1946 yılında iri toprak sahiplerinin topraklarını millileştirdi ve topraksız köylülere
dağıtıldı.
Kooperatifçilik haraketinde zor da kullanılarak 1948 yılı sonunda toprağın % 34
kooperatifleştirildi.
Emek Tarım kooperatifleri TKZS’ler kuruldu.
Aynı yıllarda Bulgar iri ölçekli sanayi tesislerinin ve madenlerinin % 83.6 ‘sı özel sektörün
elindeydi.
1947 yılında başlayan sanayi işletmelerinin millileştirme sürecinde ilk önce 1.997 büyük
ölçekli sanayi işletmesi ve 4.027 irili ufaklı sanayi tesisi, atölye ve zanaatçi dükkanı
millileştirildi. *
Orta Bulgaristan Balkan eteklerinde bulunan Filibe iline bağlı Karlovo şehri de bu
yaşananlardan nasibini almıştı.
Tatar Hasanların İbrahim Ağa ilerlemiş yaşına rağmen olan biteni anlamaya çalışırken,
zorlu bir dönemden geçmekteydi.
Hayatın daha neler getireceğini de pek kestiremiyordu.
Baba yadigarı gül bahçelerini ve gül yağ üretim işliği elinden alınmış, millileştirilmişti.
Koca yürekli çalışkan üretmeyi seven İbrahim ağa ata yadigarı topraklarına sahip
çıkamadığı için kendini suçluyordu.
Tüh anasını diyordu, çoluk çocuğumun rızkını, yıllarca atalarımın tırnakları ile kazıyarak
biriktirdiklerimi, bir günde elimden aldılar, ben bunun hesabını yarın ahirette nasıl
vereceğim diyordu.
Tatar Hasanların heybetli İbrahim ağası ata yadigarı topraklara çok üzülmekteydi,
Fakat felaketler daha yeni başlamış gibiydi; postaneden evine yeni ulaşan resmi bir yazıyı
eline almış okurken birden gözleri dolmuş okumayı yarıda kesmek zorunda kalmıştı.
İbrahim ağanın elindeki son varlığı da devletin eline geçiriliyordu.
Çocuklarının önünde göz yaşına boğulmak istemiyordu.
Kalktı arka bahçedeki sayvant altına geçti, ve küçük bir tabureye oturdu.
Elleri titriyor, göz yaşları elindeki kağıdın üzerine damlıyordu.
Birden Allahım sen bana yol göster diye feryad etti, inledi,
ve sessiz akan göz yaşları sagnak bir yağmura dönüşmüştü sanki..
Koca deri tüccarı İbrahim ağa yıllarca didinip uğraşarak kurduğu işini en kısa sürede
kendi elleri ile ceketini alıp devlete devredecekti.
Elinde okuduğu devletten gelen yazıda kısaca bunlar yazıyordu.
Deri işine girdiği gençlik yıllarını hatırladı.
Beş parasız borç alarak başladığı işinin ilk günlerini hatırladı.
Borçlar ödendikten sonra ilk eline geçen parayla nasıl ailesini ve çocukları dışarıda yemeğe
çıkarttığını hatırladı.
İki kızı ve sevgili hanımı ile yemekten sonra türk kahvesi içmeye gitmişlerdi.
Daha sonra sevgili güzel kızları lunaparka gitmek istemişti, babası da onları kırmamış
götürmüştü.
Anılar yıldırım hızıyla aklından tek tek geçmeye başladı.
İbrahim ağanın yaşlı gözlerinden bir bir film şeridi gibi geçen güzel anılar bitmek
bilmiyordu.
Kaniye hanım dayanılacak gibi değil bey, ama kaderde varsa yapacak bir şey yok diyerek
anılarının arasına giriverdi.
İbrahim ağa sayvantın altında yalnız olduğunu sanıyordu ama ilk göz ağırısı sevgili eşinin
sesini duyunca oturduğu yerden kalktı.
Sen, ne zaman geldin hanım diyecekti ama diyemedi, çok sevdiği hayat arkadaşını görünce
dindirmeye çalıştığı göz yaşları tekrar coşup akmaya başladı.
Kaniye hanım her şeyden önce bir ana ve yıllarca türk gelenek ve göreneklerine göre
yetiştirilmiş bir hanıma yakışır şekilde sorumluluk aldı.
Kalk bey sevdiğin yemeklerden hazırladım, hadi yıka yüzünü çocuklarla birlikte
güzel bir yemek yiyelim her işte bir hayır vardır, önümüze bakalım diyerek eşini teselli
etmeye çalıştı.
Kaniye hanım dik durmaya evinin direği kocasına moral olmaya çalışıyordu ama
onun da ruhunda fırtınalar kopuyor, içi kan ağılıyordu.
İki kız evlat sahibi Kaniye hanım, ellerinden alınan mal ve mülkten çok kızanlarının
geleceğini düşünüyordu.
Kaniye hanım, bir de yeni inşa ettirdikleri saray gibi dayalı döşeli evini düşünüyordu.
Osmanlı mimarisi ile yapılan yeni evde güle güle oturmak nasip olmayacaktı.
Devlet evleri ile ilgili hiç bir şey istememişti aslında ama, Kaniye hanım daha yeni yapımı
bitmiş evin de ellerinden akıp yitip gideceğini düşünüyordu nedense.
Günler akıp geçip gidiyordu.
İbrahim ağaya devlet isterse kendi iş yerinde çalışabileceğini de bildirmiş, düşünmesi için de
bir hafta da süre tanımıştı.
Ata yadigarı topraklarını, atadan miras gül yağ işliğini kendi elleri ile devlete veren İbrahim
ağa adeta yeryüzünde sınavdan, sırat köprüsünden geçtiğini düşünüyordu.
Bu saatten sonra ne iş yapabilirdi, nerede çalışırdı.
Yaşı epey ilerlemişti.
Takvimler 1950 yılının Haziranı başını gösteriyordu.
İbrahim ağa artık 69 yaşındaydı, bu yaşta tekrar gidip işçilik yapabilir miydi?
Kendi sorduğu sorulara cevaplar arıyor, bazıları cevaplanıyor fakat gelecekle ilgili sorular
cevapsız ve belirsiz kalıyordu.
Yeniden başlarım diyordu, ama ya tekrar elimden alınırsa ben ne yaparım,
tekrar aynı çileyi eziyeti bu yorgun yürek kaldırmaz kaldıramaz diyordu.
Yılların tüccarı İbrahim Ağa kendisini çok iyi tanıyordu.
Gerçi oğlu gibi sevdiği damadına güveniyordu ama, o da işsiz kalmıştı.
Süleyman Deliormanlıydı, İbrahim ağanın ilk kızı Rhime ile evliydi.
Torun sahibi İbrahim ağa ailesine düşkün bir osmanlı evladıydı.
Çok düşünmüştü, etraf konu komşu ne yapıyor diye de merak edip öğrenmişti.
Günler akıp gidiyor, gündüzler geceleri kovalıyordu.
Tatar Hasanların İbrahim ağa nihayet kararını vermişti.
Gelecekle ilgili planlarını önce eşi Kaniye hanıma anlattı.
Hanım dedi ben kararımı verdim.
Bize artık bu topraklarda rahat olacağı yok, vaziyet onu gösteriyor.
Ben dedi, ana vatan Türkiyeye göç etmeye karar verdim.
Elimizde bir tek bu ev var onu da satarız evlatlarımızı bu belirsizlik içinden kurtarır
anavatanda kendimize gelecek ararız ne dersin?
Kaniye hanım eşinin kararlarına her zaman güvenmiş destek olmuştu.
Her şey bir yana çocuklarım bir yana diyerek, tamam bey, sen nasıl istersen dedi.
İbrahim ağa sonra durumu damadı Süleymana, büyük kızı Rahimeye ve küçük kızı Hidayete
anlatıp izah ederek karara bağladılar.
İbrahim ağa ertesi gün hükümet konağına kararını bildirmek için giderken başı dik gitti.
Hükümet konağındaki yetkili memura kendi kurduğu işte işçi olarak çalışmayacağını bildirdi.
Hazır hükümet konağına gelmişkin istida verip Türkiye’ye göç etmek istediğini de yetkililere
bildirmişti.
Hükümet yetkilileri bu göç etme kararı ile ilgili kendisine bir cevap vermemişti.
İbrahim ağa hemen hazırlıklara başlamıştı, zaten yapacak çok fazla da bir şey yoktu.
Epi topu üç beş eşya ve ev vardı ellerinde kalan.
Her şeylerini zaten devlet ellerinden almıştı.
Bulgar topraklarında ellerinde son kalan taşınmaz olan yeni evleri de çok geçmeden elden
çıkarmıştı. Yeni ev sahibinden kısa bir müddet burada kalmaları yönünden talepte
bulunmuş, sağ olsun yeni evlerinin sahibi de anlayışla karşılamıştı.
Sıcak bir Ağustos sıcağında çok az bir eşya ile yola çıkılacaktı. Çantalar valizler arabaya
yüklendi ve tren garına doğru yola çıkılmıştı.
Heyecanlı ve bir o kadar belirsiz bir yolculuk için teker dönmüş, veda saati gelmişti.
Evin içindeki eşyalar kapının önünde istiflenmişti.
Çok büyük hayaller ile inşa ettiği evin anahtarları ile son kez önce evin kapısı kilitlemişti.
Yeni ev sahibi misafirlerini yolcu ederken elindeki anahtarı yeniden kapıya takmış
yolcu ettiği misafirlerinin sokağın köşesini dönmek için sabırsızlıkla bekliyordu.
İbrahim ağa ve ailesi arkalarına dönüp dönüp evlerine bakmak istemediler.
Sadece küçük kızları Hidayet evden başını hiç ayırmadan uzun uzun bakmıştı.
Hidayet 18 yaşında yetişkin bir kızdı, olanı biteni anlayacak yaştaydı.
Artık mutlu mesut büyük hayal kurup yaşamak istediği bu evi belki hiç göremeyecekti, bu
yüzden uzun uzun bakmayı tercih etti.
Derin derin iç geçirdi, ağlamamak için gözyaşlarını zor zapt edebiliyordu.
Tren istasyonuna gelindiğinde önce evrak kontrolünden geçmeleri gerekiyordu.
Devletin şefkatli kolları maalesef uzun zamandır türk kökenli bulgar vatandaşlarına aynı
şefkati göstermiyordu.
İbrahim ağa elindeki pasaport ve istida kağıdını memura uzattı, memur önce aile fotoğrafını
kontrol etti, sonra işlemlerin devamı için masa başında bekleyen amirine imza için götürdü.
Resmi işlemler başlayınca nedensiz bir şekilde sessizlik oluşuyordu, bir aran nefes bile
alınmıyor gibi oluyordu.
Ya problem çıkarsa endişesi insanları geriyordu.
İbrahim ağa ve ailesi bir an önce evrakların onaylanmasını ve trene binmeyi bekliyordu.
Masa başındaki memur izin belgesini imzalamadan yanındaki memuru geri göndermişti.
Sanki işler pek iyi gitmiyor dedi içinden Kaniye hanım,
kocasıyla göz göze geldiğinden onun da aynı kaygıları taşıdığını fark etmişti.
Ve olanlar oldu.
Gelen memur devletin elindeki evrakta eksik olduğunu bu nedenle geri dönmelerini aktardı.
Bir sonraki tren için 2 hafta beklemeleri gerekiyordu. Memur böyle söylemişti.
İbrahim ağa küplere binmişti, her şeyimizi alıp bu trene göre hazırlık yaptıklarını, gidecek
bir evleri bile olmadığını anlatmaya çalışıyor, sinirden gidip masa başındaki amiri
tekmelemek istiyordu.
Aile perişan olmuş, üzüntüden ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Böyle zamanlarda rahatlamak ve sinirleri yatıştırmak için çare yoktu,
İayan etmek istiyor fakat sonuçlarını bildiği için dudaklarını ısırmaktan başka çare
bulamıyordu. Sinirden titriyor, göğüs tahtası yerinden çıkacakmış gibi hissediyordu.
Bu yıllarda Bulgaristan Türklerinin kaderi böyle yazılmıştı sanki,
çile sıkıntılı ve acılar her evde benzer şekillerde yaşanıyordu.
Ayrıca bağırmak çağırmak isyan etmek bu zamanda çok daha kötü
olumsuz sonuçlar doğuruydu.
Tüm aile boynu bükük bir şekilde çaresizce geri dönmek zorunda kalmışlardı.
İbrahim ağa evrakında bir eksik olmadığını anlamıştı aslında.
Sorun başkaydı.
Ama dedi içinden inadında gitmeyeceğim.
Benim elimden aldıkları fabrikamda beni işçi olarak çalıştırmayacaksınız.
Ben o fabrikayı ne uğraşılar ve çilelerle o hale getirdim siz bunu hiç düşündünüz mü?
Ne haliniz varsa görün size eyvallah etmek yok dedi.
Çaresiz uğurlamaya gelen bir kaç konu komşu ve akraba ile geri dönüldü.
Asıl çile şimdi başlıyordu,
bir küçük araba eşya, yedi nüfus, nereye gidecek nerede kalacaklardı.
İbrahim ağa içinden, bakalım daha neler yaşayacağız göreceğiz diyordu.
Ama ne olursa olsun bu yorgun beden size eyvallah etmeyecek,
inadım inat diye söyleniyordu.
Bu arada kapı komşusu Mustafanın sesi duyuldu,
İbrahim abi dedi , sakın üzülme bu günler geçecek.
Kapım size açık, gelin bir sonraki sefere kadar benim evimden kalırsınız,
sizi dışarıda bırakacak halimiz yok ya, sakın üzülmeyin buyurun geçin diyerek misafirlerini
içeriye aldı.
Eşyalar sudurmanın altına iki dakikada diziliverdi.
Dert üstüne derdin yaşandığı günlerdi.
Tatar Hasanların İbrahimin ağa komşusunun evinden kendi evine karşı oturmuş derin derin
sigarsını tüttürüyordu.
Yorgun bedeni bu sıkıntıları bakalım atlatabilecekmiydi.
Türkiyeye tren iki haftada bir kalkıyordu, lakin haftalar geçmek bilmiyordu.
İbrahim ağa ve ailesi sıkıntılı ve acımasız günlerden, sınavlardan geçiyorlardı.
Nihayet beklenen gün gelmiş, eski biletler yanmış, yenileri alınmış, eşya için gerekli para
tekrar yatırılmıştı.
Eşyalar bu sefer bir at arabasına yerleştirildi ve tren garının yoluna girildi.
İbrahim ağa bu sefer daha temkinliydi, evrak kontrol memurunu dinlemedi peşinden amirin
yanına kadar geldi.
Lakin amir İbrahim ağanın bu hareketini görünce daha çok sinirlendi,
İbrahim ağaya dönerek,
Ne laf anlamazsın sen be adam senin evrakın da eksik var dön evine dedi.
İbrahim ağa biraz daha amire yaklaşıp boğazına sarılıp sıkıcak gibi oldu ama,
geri adım attı, yaşını hatırladı, sonranı ve olacakları da biliyor tahmin edebiliyordu.
Sınanıyoruz ama Allah kerim, ya sabır diyerek tekrar alesinin yanına geldi beklemeye
başladı.
Kimse bir şey soramıyordu, her şey ortadaydı zaten,
İbrahim ağa da çok sinirliydi kimseden soru beklemiyordu.
Beklenen memur geldi ve evlerine geri dönmeleri gerektiğini hatırlatarak uzaklaştı.
Bilinçli bir yıldırma ve sindirme yapıldığı çok belliydi.
Bu acılar sadece İbrahim ağa yaşatılmıyordu, varlıklı Türk ailelerinin hepsine benzer
sıkıntılar yaşatılılıyordu.
Ateşten gömlek giyilen günler başlamıştı,
Bulgaristan türkleri diğer Balkanlarda yaşayan türkler gibi yollara düşürülmüş işkence ve
yıldırma politikalarına acımasızca maruz bırakılıyorlardı.
İbrahim ağa komşusu Mustaya dönerek, kusura bakma kardeş sana da yük oluyoruz ama , bu
gece de idare et biz kiralık bir ev bakalım bizim durumuz hiç belli değil dedi.
Komşusu Mustafa ısrar etse de İbrahim ağa gururlu adamdı yok kardeşim, sen bize
yapacağını yaptın, Allah razı olsun, hakkını helal et dedi.
Ertesi gün sabah erkenden kiralık ev aranmaya başlandı,
İki sokak ötede kerpiç eski bir ev bulundu, kirada önce anlaşılmadı.
Ev sahibi derme çatma bir eve dünyanın parasını istiyordu, ve nuh diyor peygamber
demiyordu.
İbrahim ağa elde avuçta ne varsa tüketmeye başlamıştı.
Zaten neden bu işkencelere maruz bırakıldığını da çok iyi biliyordu.
Günler haftalar derken İbrahim ağa tam üç ay boyunda iki haftada bir yeniden bilet parası
yeniden yük ve eşya parası ödüyor ama bir türlü evrakı tamam olmuyordu.
Aradan geçen süre zarfında elde avuçtaki paralar tükenmek üzereydi.
Ev sahibine kiralar aylık peşin ödeniyordu.
İbrahim ağa ve ailesi her geçen gün biraz daha toplum içinde küçük düşürülmeye ve
aşağılanmaya devam ediyordu.
İbrahim ağa ve hanımı her gece bu işin sonunun nereye varacağını konuşuyor ama bir türlü
sonunu kestiremiyorlardı.
Kaniye hanım en son elindeki yüzük ve kulağındaki küpeleri küçük bir çocuk yastığının
içine pamuklara sararak dikivermişti.
Kocasına İbrahim başımıza bir şey gelirse paramızı pulumuzda bitiyor zaten, bu yastığı
torunlar için yanımıza alırız diye tembih ediyordu.
Tatar Hasanların İbrahim ağa ne günlerden geçiyordu.
Bazen şimdi adı Karlovo olan şehrin asıl adıyla anıldığı günlere geri dönüyor mutlu mesut
dönemlerini hatırlıyordu.
Asıl adı Karlı Ova olan şehrin alsında yüzde yüz bir Türk şehri olduğunu çok iyi biliyordu.
II. Bayezid döneminde Osmanlı kumandanı ve Şehzade Cem’in (Cem Sultan) lalası Karlozâde (Karlızâde) Ali Bey tarafından XV. yüzyılın başından itibaren çoğunlukla Türk-Yörük nüfusunun yerleştiği bir bölgede tesis edilmiş, adına kurucusuna nisbetle Karlıova veya Karlova denilmişti.**
İbrahim ağa bazen atalarından kalan çeyiz sandığında sakladıkları Omanlıdan kalma
tapularını çıkartıp bakıyor, sonra tekrar güzelce katlayarak bir gün lazım olur diye
saklıyordu.
Neden bu hale gelindiğini daha öce çok düşünmüş olmasına rağmen son günlerde daha bir
enine boyuna bu içine düştükleri durum zihnini meşkul ediyordu.
Osmanlının ilk topraklarıydı Balkan toprakları.
Balkan toprakları Osmanlı topraklarına 1350 yıllarından itibaren katılmaya başlanmıştı.
Daha Anadolunun sadece bir kısmı Osmanlı toprağı iken Balkanlar türk toprağı olarak
kayıt altına alınmıştı.
Ne olmuştu da bu topraklar 500 yıl sonra neredeyse hiç savaşılmadan elden çıkmış
kaybedilmişti.
Bunun hesabını birileri vermeli diyordu İbrahim ağa.
Lakin bu saatten sonra verse ne olacak ki, olan olmuştu.
Balkanlarda yaşayan miylonlarca türk ellerinde Osmanlı tapuları olmasına rağmen yabancı
durumuna duşürülmüştü.
Yüzyıllarca barış içerisinde kardeşçe yaşayan Balkan insanları birden bire birbirine düşman
olmuştu.
Osmanlı devlet idaresi nasıl bir sorumsuzluk sergilemişti de elindeki buram buram Türk
kokan bu toprakları neredeyse hiç savaşmadan kaybederek kendi halkına bu sıkıntıları
yaşatmış ve yaşatmaya devam ediyordu.
Sadece İbrahim ağanın sorduğu ve cevabını bulamadığı sorular değildi bu sorular.
Balkanlarda kalan türklerin hepsi aynı soruları soruyor maalesef sorular cevapsız kalıyordu.
Devlet adamı liyakat ile seçilmeli, hesap verebilme sorumluluğu olmalı, halkına ve hakka
hizmet için var olmalıydı. Devlet yönetmek ciddi bir iş, bu sorumsuzluğun faturası neden
halka çıkartılır ki diyordu.
İbrahim ağa her geçen gün ümidini yitirmeye başlamıştı.
Ne zaman tren garına gitse geri döndürüleceğini biliyordu.
Günler bir bir akıp gidiyor ümitsizlik her geçen gün damlaya damlaya göl oluyordu.
Bey dedi Kaniye Hanım, yarın tren var bir git bak amirle konuş belki bugün istidan kabul
edilir de gideriz.
Tamam gideceğim dedi İbrahim ağa ama inanmadığı yarım ağızla söylemesinden belli
oluyordu.
Sabah olduğunda İbrahim ağa sofraya oturmadan evden çıkmış tren garına gitmişti,
hiç umudu yoktu ama adettendi artık her günü geldiğinden gidip bi bakıyordu.
Bu sabah her zamanki amir gitmiş yerine daha genç ciddi bir amir görev yapıyordu.
İbrahim ağa amire yaklaştı; biz dedi üç aydan fazla bir zamandan bu yana Türkiyeye göç
etmek için istida verdik, ama her seferinde kabul görmediği için bilet almamıza rağmen tren
binip gidemedik, belki bugün onay çıkmıştır, sormaya geldim dedi.
Yeni gelen amir hiç terslemedi, insan gibi cevap verince İbrahim ağa bir duraksadı.
Uzun zamandır ilk kez olması gerektiği gibi cevap alıyordu, kulaklarına inanmadı şaşırdı.
Amir sen dedi neden bekliyorsun ki senin istidan 2 ay önce kabul edilmiş onaylanmış senin
şu an Türkiye’de olman gerekiyordu.
İbrahim ağa şaşırdı, nasıl olur dedi, ben 3 aydır her tren seferinde gelip kontrol ettim
çıkmadı dediler geri çevirdiler.
Şimdi de yalancı durumuna mı düşürülüyorum, yeter artık benimle oynamayın dedi.
Amir İbrahim ağa ben yeni geldim sana gördüğümü söylüyorum, bir an önce eşyalarını al ve
tren kalkmadan yerleş dedi.
İbrahim ağa eve nasıl vardığını bilemedi
zaten kaç aydır hazır bekiyorlardı
Hemen apar topar ne varsa acelece yüklendi ve tren garına varıldı.
Bakalım yeni amirin söyledikleri doğru muydu.
Eşyaları vagona alırlarsa bu iş tamam demekti.
Memur son kontrolleri yaptıktan sonra
vagon numarasını ve koltuk numaralarını tek tek izah etti.
Eşyalar için ayrılan vagonlar en arkada hemen oraya götürün yükleyin dedi.
Bu sefer gidiyorlardı.
Gerçekten inanılır gibi değildi
Tren uzun uzun üç kez düdüğünü öttürdü, harakete hazırdı artık.
Nedense vagona binene kadar herkes çok neşeli ve mutluyken tren haraket edince birden bir
matem havası oluştu.
Trende yolculuk edenlerin hepsinde aynı hava hakimdi.
Yaşlısı genci, bayanı erkeği bir birilerine sarılarak ağlıyorlardı.
En az beşyüz yıllık bir geçmiş geride bırakılıyordu.
Mezarlıkta kalan atalar, analar babalara yarın ahirette nasıl hesap verilecekti.
Çocuklukları, anıları, komşuları, dostları, hepsi ama hepsi bir sınır geçilecek ve bir daha belki
görmemek üzere yok olup silinip gidecekti.
Hepisinin sırt çantasında Osmanlı tapuları duruyordu ama nafile duruyordu.
Artık 500 yıl Türk toprağı olan Balkanlar artık Osmanlı devletinin değildi.
İşin daha da kötüsü anavatana gidiyorlardı ama, geldikleri topraklar da onları muhacir
olarak kabul edecekti.
Yeniden vatandaş olmak için sorgulanacaklar, haklarında araştırmalar yapılacak uygun
görürlerse tekrar türk vatandaşı olacaklardı.
Her Balkan türküne bu durum bir travma yaşatıyordu.
Ceplerindeki tapular ne ata yurtlarında ne de ana vatanlarında hükümsüzdü
Birileri bu ayıbın hesabını vermeliydi.
Bu yaşananlar yerden göğe kadar bir insanlık ziyanlığı idi.
Bu arada İbrahim ağa 3 ay neden bekletildiğini eşyalarını trene yüklerken
oradaki çalışan görevlilerden öğrenmişti.
Daha önceki asık süratli memur muhacirlerden rüşvet aldığı için tutuklanmıştı.
İbrahim ağa çok kulak asmadı, tren salına salına yoluna devam ediyordu.
Gece yarısını biraz geçe sabah saatlerinde tren türk sınır kapısında durmuştu.
Yolcular geldik diye sevinmeye başlamışken durumun pek de sevinecek bir durum olmadığı
az sonra anlaşılmıştı.
Bulgar gümrük memurları trende arama yapacaklardı.
Yanlarında ziynet eşyası ve değerli ne varsa bırakılması gerekiyordu.
Yapılacak aramalarda yasaklara uymayanlar geri gönderilcekti.
Kaniye hanım torunun başının aldında bulunan yastığı usulca aldı.
Kocasına baktı, bey dedi ben ne olursa olsun anavatanıma bu kadar yaklaşmışken geri
dönemem, çoluk çocuğumun geleceğini yok edemem, bu yastık bize nasip değilmiş dedi ve
trenin camından yastığı fırlatıp atıverdi.
İbrahim ağa ve Kaniye hanımdan başka kimse olan biteni anlamamıştı.
İbrahim ağa neler neler feda etmişti de bu yastığı ve içindekileri mi feda etmeyecekti,
bu fedakarlığın onların yanında bir lafı bile olmazdı.
Karı koca birbirlerine bakışıp hafifçe tebessüm ettiler,
ikisi de o anda sarılmak istedi ama damadın ve torunların yanında böyle bir şey nasıl
olurdu, zaten onları birbirine bağlayan değerler çok başkaydı.
Tekrar göz göze geldiler gülüştüler, paylaşmak aynı hisler ile mutlu mesut yaşamak bu olsa
gerekti.
Yapılan son aramadan sonra tren yolcu ve yükü ile birlikte Türk sınırına geçmişti.
Tren görevlileri bir yandan Bulgar lokomotifini Türk lokomotifi ile değiştirmeye çalışırken
yolcuların gümrük işlemleri yapılmaya başlanmıştı.
İbrahim ağa 500 yıl önce dedelerinin II Murat Hanla fetih için çıktığı topraklara kavuşuyor
olmanın sevinci ve gururu ile mutlu hissediyordu.
Türk sınırı geçildiğinde trenden inenler anavatan toprağı ile adeta kucaklaşıyordu.
Her inen önce eğilip toprağı öpüyor ve daha sonra ellerini semaya açarak şükür duaları
ediyordu.
Osmanlının akıncı birlikleri anavatanlarına dönmenin sevincini yaşarken
anavatanları da onları muhacir ya da soydaş olarak karşılıyordu.
Evlad-ı Fatihanları çok çetin ve zor bir dönem bekliyordu.
Tren yolculuğu aslında çok zahmetli ve yorucu bir süreçti
daha bir günlük yol vardı. çekilecekti, neler çekilmemişti ki, olsundu.
Herkes bu günleri gördüğüne dua ve şükür ediyordu.
Çileli ağır bedeller ödenmiş kocaman kalın bir kitabın son sayfası kapanıyor, yeni bir kitap
yazmak için yeni bembeyaz masum sayfalar açılıyordu.
yorucu yıpratıcı fakat bir o kadar da ümit vaat eden yolculuk devam ediyordu.
Ertesi akşam üzeri tren Sirkeci garına ulaşmıştı.
Muhacirler belirli bir sırayla trenden indiriliyor ve gerekli işlemler
yapıldıktan sonra daha önceden belirlenmiş misafirhanelere alınıyorlardı.
Ekim ayı başlarında İstanbul serin bir hava ile misafirlerini karşılıyordu.
İbrahim ağa 69 yaşının verdiği yorgunluğu çileli bir yolculuktan sonra
iyiden iyiye hissetmeye başlamıştı.
Anavatana gelmişlerdi sevinmesi gerekiyordu,
ama derin düşüncelere dalmıştı.
O koca şanlı geçmiş ne olacaktı.
Hemen unutulacak yaşanmamış mı sayılacaktı.
İbrahim ağa bir türlü bu geçmişi düşünmeden edemiyordu.
Bu arada zaten bir avuç eşyasının bir kısmı da ya vagondan çalınmış
ya da istanbulda kaybolmuştu.
Yine de buna şükür ediyordu, alet edevat önemli değildi ama çocukların üstü başı duruyor ya
ona şükür diyordu.
Hava her geçen gün biraz daha soğuyordu
Beş gündür misafirhanede kalıyorlardı.
Artık belirttikleri adrese gitme vakti gelmişti.
İbrahim ağanın daha önce göç eden akrabaları Bursada ikamet ediyorlardı,
İbrahim ağa da istidanın geldiği Bursaya gitmeyi tercih etmişti.
Yine bir yolculuk başlamıştı.
Bu yolculuk Yalovaya kadar vapurla yapılacak daha sonra akrabalarının da yardımıyla
motorlu bir araca transfer yapılacaktı.
İbrahim ağa dik durmaya çalışıyor, ailesinin moralini yüksek tutuyordu.
Artık akrabalar da yanlarındaydı, bu bile çok özel bir armağandı onlar adına
Bursaya vardıklarında bir kaç gün amcalarında kaldıktan sonra kiraya taşınıldı.
İbrahim ağanın yaşı 70′ e merdiven dayamıştı, çalışmak istiyordu ama zaten onu işe
kim alırdı, alsa bile ne kadar çalışırdı oda belli değildi.
Bu işe yaramayan halleri ile çocuklarına yük olduğunu düşündüğü bile oluyordu.
Koca İbrahim ağa ne durumlara düştüm diye de üzülüyordu.
Evde zaman geçirmeye çalışıyor lakin zaman bir türlü geçmek bilmiyordu.
bazen kıraathanelere de gidiyordu ama artık hiç bir şey eskisi gibi değildi,
Kıraathanede insan neden zaman geçirsin diye de söyleniyordu.
Bedeni burada ruhu Karlı Ovada gezinip duruyordu.
Babasının gül bahçelerinde geçirdiği gençlik günlerini herkese anlatıyordu.
Deri tüccarı olduğu zamanları ise pek bir gururla anlatır deri konusunda uzman olduğunu
her seferinde kanıtlamaya çalışıyordu.
Büyük kızı ve damadı Bursa merinos fabrikasında işe girmişlerdi bile .
Küçük kızı Hidayet Hanım artık genç bir kız , yirmili yaşlarındaydı
İbrahim ağa kızını da hayırlı ise ile kırıp sarmanın zamanı geldi diye düşünürken
Gene Bulgaristan Montana (Mihailovgrad) göçmeni bir damat nasip olmuştu.
Onun da adı Süleymandı,
İbrahim ağa her geçen gün ata yurdunu, memleketini ve evini özler düşünür olmuştu.
Her geçen gün ona ağır gelmeye başlamış, ,sürekli memleketini düşünür olmuştu.
Hele küçük kızını kırıp sardıktan sonra İstanbula gelin gidip yerleşmesi ona çok ağır gelmişti.
İbrahim ağa anavatanına kavuşmuş kavuşmasına ama ata yurdu Karlı Ova ile yatar
Karlı Ova ile kalkar olmuştu.
Aradan 3 yıl geçmiş lakin değişen pek bir şey olmamıştı, beden burda ruhu ata yurdundaydı.
Kaniye Hanım da aslında pek farklı değildi ama, kızları torunları çocuklarını anavatana
sağsalim getirebildiği için idare edip gidiyordu.
İbrahim ağanın yorgun ve kırık kalbi daha fazla dayanamamıştı.
Anavatana kavuştuktan ata yurdundan ayrıldığından bir kaç yıl sonra,
72 yaşına geldiğinde bir gece ansızın ruhunu teslim edip göçüp gidivermişti.
Hayat bu dünyadan gelip geçen bir yolculuk değil miydi zaten, gelip görüp göçüvermişti.
Sevgili eşi Karlı Ovalı Tekerleklerin Mehmetin kızı Kaniye Hanım, Büyük Kızı Rahime,
damadı Süleyman, torunları Leman, ve İbrahim, küçük kızı Hidayet küçük damadı Süleyman,
kızları Asuman ve Yasemin hayatlarına İbrahim ağanın bıraktığı yerden devam ediyorlardı.
Tatar Hasanların İbrahim Ağa yarım asırlık birikimlerini ve mirasını hayatı boyunca hiç
unutamadığı Bulgaristan Karlı Ova şehrinde (Karlovo) bırakarak neredeyse 3 valizle gelmişti
Türkiye’ye
Benim rahmetli dedem de 70 yaşında geldiği Türkiyede, bana
hep şöyle sitem ederdi.
Oğlum biz alışmışız çalışmaya kahvede oyun oynayarak hayat geçmez.
Biz burada dakika dakika ölümü bekliyoruz derdi
Rahmetlik dedemde göç edişimizden 2 yılı sonra hakkın rahmetine kavuşmuştu.
İbrahim Ağa da dedem gibi daha fazla dayanamamış hayata gözlerini yummuştu.
Kolay mıydı ömrünü geçirdiğin topraklardan ayrılıp kalabalık bir şehit hayatında yaşamak.
Kolay mıydı ovalarda derelerde bir ömür geçirdikten sonra bir apartmaan dairesine sıvışık
yaşamak
Hiç bir şey göründüğü gibi değil aslında ama kader demişler adına.
Hatta coğrafya kaderdir diyorlar ama yanılıyorlar.
Biz Balkan Türkleri o topraklardan hiç kopmadık kopmayacağız.
Üsküplü büyük Balkan şairi Yahya Kemal Beyatlı doğup büyüdüğü ve özleyipte gidip
göremediği şehre ”Biz sende olmasak bile, Sen bizdesin gene ” diye sesleniyor.
Evet biliyorum Yahya Kemal bu dizeyi kendi doğup büyüdüğü şehir Üsküp için söylemiş
ama sanki Balkanlardan gelen tüm Evladı Fatihanları da düşünerek yazmış gibi geliyor bana.
Balkan’a Seyahat başlıklı bir yazısında,
” Bir Türk gönlünde nehir varsa Tunadır, dağ varsa Balkandır” der ve şöyle devam eder.
”Türklük Avrupaya doğru cezr-ü meddi biten deniz gibi o dağlardan çekilmiş, lakin tuzunu
bırakmış. Bütün o toprak Türklük kokuyor.”
Ben bu vesile ile Karlı Ovalı Tatar Hasanların İbrahim ağaya ruhun şad olsun ağam diyorum,
gönlün ve kalbin huzur içinde rahat uyu Evlad-ı Fatihan diyorum.
Gene Yahya Kemalin dizeleriyle tüm Balkan Türklerine selam ve saygılarımı sunuyorum.
” Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asyadan,
Bir bir Diyar-ı Ruma dağıldık Sakaryadan.”
Cevat Çırak
17.04.2020

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yediler Ormanında Kayak

Yaşar Kemal Usta ile UBUNTU'YU konuştuk.

Naim Süleymanoğlu