Mucize İğne

MUCİZE İĞNE

 

Orak ayı bitmek üzereydi. Bereketli Köstence toprakları bu yıl yağmurların da yardımıyla
çok iyi mahsul vermişlerdi.
Köydeki herkes bereketli bir sezon geçirmesine rağmen nedense bir tedirginlik içerisindeydi.
Romanya devleti de bu günlerde sıkıntılı bir ekonomik buhranın içerisinden geçiyordu.
İkini Dünya savaşı sancılarının başladığı dönemlerdi.
Köstence Dobramin (Valeni Yenisenlia) Yenişenli’de denen bir yerlerde
Balkan gibi bir adam vardı Nazif Recep ağa.
Boyu posu ve cüssesi ile çok uzaktan bile fark edilebiliyordu.
Geçen seneden bu yana tarla ev mahsul çok da umurunda değildi.
Bir yıla yakın bir zamandır istidasının onaylanmasını bekliyordu.
Tarih yaprakları 1937 yılını gösteriyordu.
Romanya’nın Köstence Dobramin (Valeni Yenisenlia) Yenişenli’de yaşayan Türklerin
neredeyse tamamında aynı telaş gözleniyordu.
Balkan gibi Nazif Recep ağa etrafına çok belli etmeden kendine kızıyor söylenip duruyordu
Gelmeyecek bu istida, ne yapıp edip bir yolunu bulmalıydım, ama olmayacak galiba diye
telaş ediyor bir an önce haberin gelmesini istiyordu.
Tarlalar toplanmış, tahıllar ambarlara konmuş, yoğun iş dönemi bitmişti.
Aslında tam zamanıydı ama bir türlü muhtarlıktan beklediği haber gelmiyordu.
Nazif Recep ağa her sabah kalktığında biraz daha ümitsizliğe kapılıyordu.
Bu sabahta pek ümitli değildi lakin hayat devam ediyordu.
Çıkıp yüzümü yıkayayım dedi,
Eylül ayının ilk günleri olmasına rağmen hala yaz havası devam ediyordu.
Evet yaza göre biraz daha ılık esiyordu yel ama, en azından terletmiyordu.
Recep ağa bahçedeki pınarın yanına geldiğinde, önce bir kuyunun içine baktı,
Birkaç metre derinde kendi kocaman gövdesinin yansımasını gördü.
İçinden koskocaman adamsın da dedi, bir kağıdı çözemedin kaç zamandır.
Sadece tarlada işe yarıyorsun, oysa benim senden beklediğim daha fazlası,
ama beceremiyorsun diyordu.
Aslında Recep ağa kendisine haksızlık ettiğini biliyordu ama Balkan insanları sabırsızdır,
her şey hemen oluversin istedikleri için söylenip duruyordu.
Çok yeşili bol huzurlu bir yerde yaşamasına rağmen son dönemlerde hiç bir şey gözü
görmüyordu.
Saatler günler derken bir hafta daha geçmiş ama, hala beklediği haber gelmemişti.
Kış kapıya dayanmadan biraz odun kırayım dedi.
Baltasını işlikten aldı, keskinliğini kontrol etti.
Biraz bilemek gerekiyor dedi, işliğin kapı girişinde bulunan bileme taşına doğru yöneldi.
Bir elinle taşın çevirme kolunu tutup çeviriyor diğer elinle de baltayı taşa tutuyordu.
Bileme işini özenle yapmaya çalışıyordu, hiç acele etmiyordu.
Balkanlarda yaşayan Türkler her işlerinde zaten çok özenli insanlardı.
Öyle öte beri iş yapmayı kendilerine pek yakıştıramadıklarından dolayı titiz davranıyorlardı.
Kolay gelsin Recep ağa
Ses çok uzaktan gelmiyordu .
Hemen tanıdı, bu komşusu Molla Ahmet ağanın sesi dedi.
Sağ ol dedi ama kafasını çevirip bakmadı bile, nasıl olsa kim olduğunu biliyordu, gerek yoktu.
Ayrıca Ahmet ağa baltayı bilediğini gördüğü için alınıp gücenmezdi.
Ahmet ağa avludan içeri girmiş Recep ağanın dibine kadar sokulmuştu.
Ne selamımı almadın komşu diye çıkıştı.
Recep ağa da kızdı selamını aldım sen duymadın dedi.
Gergin ortam biraz yumuşamıştı ki;
Ahmet ağa sana bir müjdem var dedi,
Recep ağa yine bi terslendi, yapma bana maytap dedi, zaten canım sıkkın.
Ahmet ağa bırak elinden şu baltayı maytap değil dinle beni dedi.
Ben beklediğim istidayı aldım, senin kağıdın da gelmiş muhtar haber vermemi söyledi
deyince Recep ağa sevincinden elinden baltayı fırlatıverdi.
Telaşlandı bir den gene.
ya haber iyi bir haber değilse, ben yanarım dedi.
Ahmet ağa sakin ol muhtar iyi haber olmasa bana komşuna müjdeyi ver diye
tembihlemezdi dedi.
Recep ağa komşusunu oracıkta bırakarak koştu muhtara.
Hala tedirginliği devam ediyordu.
Muhtarı görünce duraksadı, göz göze geldiler
Muhtar hazır ol çok vaktin yok kara kış gelmeden yola çıkmaya bak dedi.
Balkan gibi dev, Nazif Recep ağa çocuklar gibi sevinerek eve doğru hızlı adımlarla yola
koyuldu.
eve vardığında
Hanımı yemek hazırlıkları telaşındaydı,
Hatun gel buraya, bırak işi gücü beklediğimiz haber geldi dedi.
Çok sevinçliyim, çok mutluyum pek yakında gidiyoruz buralardan dedi.
Hanımı durumu anlamıştı, sevinsin mi üzülsün mü iki arada kaldı
ne yapacağını bilemedi.
Anası babası kardeşleri, bütün ailesi yüzyıllardır bu topraklarda yaşıyordu,
Kolay değildi çocukluğunu geçirdiği toprakları bırakıp arkasından bile bakmadan gitmek.
Recep ağa hatununu teselli etmek için omzuna elini koydu, usulca kısık bir sesle,
üzülme dedi,
benim için kolay mı sanıyorsun, malımızı mülkümüzü, çocukluğumuzu, hayallerimizi
umutlarımızı bırakıp buralardan gitmek.
Ama dedi iç çekerek; artık bu topraklarda bize rahat gün yok,
buralar artık Türk yurdu değil ki!
Görüyorsun başımıza gelenleri, her gün başka kanunlar çıkıyor ve hiç bir şey eskisi gibi
olmayacak, biz artık kalkıp geldiğimiz topraklara, anavatanımıza dönmek zorundayız.
Çocuklarımıza burada bir gelecek yok, ne olacaksa anavatanda olsun.
Hanımı dinledi, neden kocası uzun uzun anlatıyor biliyordu aslında da,
işte kolay değildi, her şeyini bırakıp gitmek.
Gel sen birde benim yaralı yarım kalbime anlat dedi içinden.
Sonra çocuklarını düşündü, beyinin söylediklerini tekrar düşündü,
bir yanda anası, babası kardeşleri, diğer yanda henüz 13 yaşındaki güzeller güzeli kızı
Nevriye geçti gözünün önünden.
Aklı karışır gibi oldu, ama hemen toparladı kendini, ve kararını vermişti
Kızım dedi, her şeyden önce gelir, tamam dedi gidiyoruz, kararım kesin.
Aslında bu kadar düşünmesine bile gerek yoktu, zaten evde bu göç olayından başka
pek bir şey konuşulmuyordu son zamanlarda.
Kolaylı öyle yüzyıllarca yaşadığın ata yadigarı toprakları terk edip gitmek.
Balkan Türklerinin kaderinde mütemadiyen hep bir göçmek vardı.
Koca Recep ağa karsının aklı selim bir karar vereceğini biliyordu zaten,
ama ona da hak vermiyor değildi.
Kolay mıydı asırlarca vatan bildiğin toprakları terk etmek, kolay mıydı bin bir
zahmetle seni
var eden anayı babayı bırakıp daha önce hiç gidip görmediğin başka bir ülkeye göç
etmek.
Recep ağa mezarlıktaki atalarını düşündü bir an, sarsıldı, kötü hissetti,
gözleri dolar gibi oldu.
Ana diye bir ses duyuldu yan odadan,
Karnım acıktı benim diyerek anne babasının odasına girivermişti.
Babasını görünce biraz çekindi, ama nereden bilsindi tam da babasının göz yaşı
dökeceği anda odaya girerek onu kurtaracağını.
Annesi kuzusunu kucakladı hadi bey sende ağızına sabahtan beri bir lokma
koymadın
kuralım sofrayı da ben sizi doyurayım dedi.
Mamaliga Romanya’nın en ünlü milli yemeği sayılırdı.
Bir koca tepsi mamaliga’yı oturtuverdi sofraya
Kaynar suda pişirilerek üzerine yağ gezdirilen mısır unu yemeği olan mamaliga
aç karınlara öyle bir iyi geldi ki, yarım saatte bir tepsi neredeyse bitmek üzereydi.
Nevriye yemekten sonra annesine yardım etti, annesi henüz ona olan biteni
anlatmamıştı, anlatsa da anlar mıydı ki acaba?
Recep ağa önümde bir ay zaman var dedi,
Aslında çok kısa bir zamandı bu, ama bu yıl içerisinde kalkacak son kafileydi
ne olursa olsun yetişecekti, işi bir sonraki bahara bırakmak istemiyordu.
Zaten bir yıldan fazla bu günü beklememiş miydi, artık ertelemek olmazdı.
Hayvanları zaten azaltmış sadece bir kaç tavuk bırakmıştı.
Tarlada kullandığı iki atı vardı, onları da satmak zor değildi.
Atlar güçlü kuvvetliydi, satmak zor olmayacaktı.
Evi üç dönüm tarla içerisindeydi, ne çok yeni neden çok eski bir ev sayılırdı.
Ama müşteri bulunur muydu kestiremiyordu.
Satılmazsa de amcalarımdan birine bırakır ama gene de yolumdan dönmem,
yola çıktım artık yolcu yolunda gerek dedi içinden.
Evin içindeki eşyalar zaten ancak bir arabaya sığacak kadardı.
Büyükçe bir at arabasına çok elzem olanı, gerekli olanı yükler, yola çıkarız diye düşündü.
Her şey planladığı gibi gitmese bile bir hafta sonra yavaş yavaş işler yoluna girmeye başladı.
Mahalleden bir kaç aile daha onlarla birlikte ata yadigarı topraklardan anavatana göç etmek
için hazırlık yapıyordu.
Anlaşıp kamyon tutulacaktı, at arabasıyla zaten kabul edilmiyordu, bu nedenle atları da
elden çıkarttı.
Tarladaki ağaçlarından toplanan meyvelerden yapılan komposto ve reçeller, çok
önemliydi, önce onlar yerleştirildi.
Çapa, kürek, keser, orak, tırpan balta işe yarayacak ne kadar araç gereç varsa tekrar
kullanılacağı için arabaya yüklenmek üzere hazırlandı.
Yatak ve yorganlarda sarıldıktan sonra geriye sadece evle birlikte üç dönüm bahçe kaldı.
Recep ağa yok pahasın da olsa evini satmak istiyordu, yolda paraya ihtiyaç olacaktı.
parasız hiç bir şey olmuyordu.
Evet biraz birikmişi vardı ama, yolda neler yaşanacak bilinmediğinden para ciddi bir
ihtiyaçtı.
Aslında evini biraz da aklı geride kalmasın, pişmanlık olursa nasıl olsa evim var deyip
dönmemek için de satmak istiyordu.
Karar vermişti bir kere, yola çıktım artık ölmek var dönmek yoktu.
Oda Balkanlarda yaşayan her Türk gibi ateşten gömleği giymişti çileli sırtına bie kere.
Ne olursa olsun ölmek var dönmek yok diyerek yola koyuldular.
Her ayrılıkta olduğu gibi çok zor saatler ve zamanlar yaşanıyordu.
Eşten, dosttan, yavukludan, anadan babadan ayrılmalar hiçte kolay değildi.
Koca hasta Osmanlı imparatorluğu yıkılmış, yeni yeni devletler kurulmuş
lakin kaybedilmiş toprakların milli hatıraları kimsesiz sahipsiz kalmıştı.
Yeni Kurulan Türkiye Cumhuriyeti Evlad-ı Fatihanlarına sahip çıkıyordu.
Öyle ayrılık dramları yaşanıyordu ki düşündükçe kahroluyordu insan.
Üzülmemek için kalpsiz vicdanız olmak gerekiyordu
O yüzden Balkanlardan göçün ayrılık bölümlerini anlatmak yerine,
yazan anlatan için askıya almak daha doğru bir karar oluyordu.
Tıka basa ağızına kadar eşya yüklü kamyon Nazif Recep ağa ve ailesini ve diğer göç eden
Türkleri Romanya’nın Tuna nehri üzerindeki en büyük limanı olan Köstenceye indirdi.
İkinci Murat Hanla birlikte 1300’lerin başında başlayan Balkanlar macerası. Recep
ağa ve ailesinin geldikleri Anadolu topraklarına geri dönmesi ile adeta bir son buluyor , işler
başladığı yere geri sarılıyor gibiydi.
Eşyalar koca gemiye yüklendikten sonra, son vedaların, ayrılıkların yaşandığı ana geldi sıra.
Bu anları yaşamış bir göçmen çocuğu olarak, hiç yazmak uzun uzun anlatmak istemiyorum.
Benim gibi yaşayanlar beni anlar, okuyucuyu dostlarımızı bu dramatik sahnelerle göz
yaşlarına boğmak istemiyorum.
Geminin koca düdüğü son kez derin dedin öttükten sonra vapur limandan yavaş
Hareketler ile demir aldı.
Artık Demir almak zaman gelmişti bu topraklardan
Bu bölümde Üsküplü büyük şair Yahya Kemalin Sessiz Gemi şiirini anmadan edemeyeceğim.
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden
Bu şiirin yazılış amacı aslında çok başka ama
Nedense bu şiiri her okuduğumda ata yurdumu terk edişim gelir aklıma.
Oysa bu şiirin başka bir hikayesi vardır ama, demek ki herkeste farklı bir etki bırakıyor
Yeni ufuklara doğru yola çıkan dev gemi Tuna nehrinden Karadeniz’e açılacak,
Bulgaristan sularını geçerek otuz saatlik bir yolculuktan sonra Türkiye Cumhuriyetinin
sınırlarına ulaştıktan sonra İğne adada yolculuğuna son verecekti.
Yolculuk sorunsuz başlamıştı, her şey yolunda gidiyordu,
Daha önce hiç deniz görmeyen insanların bir kısmının mideleri kalkıyordu, sürekli kusmak
için güverteye çıkıyorlar yada yakın duruyorlardı.
Çocuklar mutluydular, biraz da tedirgindiler, ama anne babaları yanlarında olduğu için her
zaman kendilerini güvende hissediyorlardı.
Anne babalar ise belirsizlik rüzgarıyla nereden nereye savrulacaklarını düşünmeye
çalışıyorlar fakat bir türlü olacakları kestiremiyorlardı.
Meçhule giden bir gemi kalkmıştı limandan.
Coğrafya kaderdir derler ya hani,
bu öyle bir şey değildi, bu kaderden de öte adı konmayan çok acı hazin bir şeydi
Gemi aşırı yükü ve biraz eski olmasından dolayı yaşlı yorgun bir atın son hamleleri gibi
ağır ağır yol alıyordu.
Yolculuğun yarısından fazlası aşılmış Türkiye kara sularına girmeye yarım gün kalmıştı.
Yolcuların merakları giderilsin diye belli aralıklarla anonslar yapılıyordu.
Fakat bu son yapılan anonsa farklıydı.
Recep ağa duyduklarına herkes gibi inanmak istemiyordu ama anons doğruydu.
Eski gemi aşırı yükten dolayı dipten su almaya başlamış, her geçen saniye suya
gömülmeye başlamıştı.
Kaptanın emri kesindi, yükte ağır ve birinci derece öncelikli olmayan gıda ve giyim
dışındaki yüklerin hepsi denize atılacaktı.
Hızlı hareket edilmesi gerekiyordu, zamanla yarış başlamıştı.
Nazif Recep atalarının mezarlarını, evini, bahçesini, çocukluğunu,
hayallerini kurduğu memleketi mazide bırakmış,
geriye kalan bir kaç kap kacak alet edavat’ı da anavatan için feda etmek zorunda
kalıyordu.
Vapurdaki erkek yolcuların tamamı sıraya dizilmiş imece usulü depodan çıkan tüm
önceliksiz yükü denizin derinliklerine atmaya başlamışlardı.
Gemi personeli canla başla su alan yerleri tamir etmeye çalışıyordu
Adeta zamanla yarış başlamış olmasına rağmen Karadeniz’le insanoğlunun savaşının
kazananı henüz belli değildi.
Yaklaşık üç dört saatlik yoğun bir uğraştan sonra yapılan anonsa tehlikenin bertaraf
edildiğini, lakin yolcuların yüklerinin önemli bir kısmının denize bırakıldığı duyuruyordu.
Recep ağa ve diğer Türk yolcuların ateşten günleri daha ana vatan Türkiyeye
gelmeden  başlamıştı.
Gemide henüz rahat derin bir nefes alınamamıştı.
Yolcular arasındaki konuşmalardan anlaşıldığı
üzere daha en az iki saat bir yolculuk vardı.
Allahtan dedi Recep ağa, yanındaki sigara içtiği yolcuya, hava güzelde bir de dalgalarla
boğuşmuyoruz, yoksa şu anda denizin dibini boylamıştık.
Korkan yolcular başka bir aksaklık çıkmasın diye neredeyse kendi aralarında konuşmayı
bile kesmişler sadece dua ederek kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı.
Sabırsız tez canlı Nazif Recep ağa bir yandan ailesini gözetleyip kontrol ederken bir yandan
da korkusunu ve telaşını bastırmak için biten sigarasını yenisi ile değiştiriyordu.
Saatler sonra nihayet mutlu bir haber verebilmişti geminin kaptanı,
kara görünmüştü, yaklaşık yarım saat sonra İğne ada vapur iskelesine demir atılacaktı.
Yolcular arasındaki sessizlik yerini sevinç çığlıklarına bırakmıştı.
Kadınlar sürekli dua etmeye devam ediyorlardı.
Sonra bir anons duyuldu
Ama bu anons gemiden gelmiyordu,
Konuşan kişi de Romence konuşmuyordu.
Türkiye Cumhuriyeti topraklarına, ana vatana hoş geldiniz kardeşlerim anonsu
yankılandıkça sanki kulakların pasını alıyordu.
Kulaklar duyduklarından dolayı bayram ediyordu.
Vapurdaki tüm yolcuların anladığı bir dilde yapılan bu anons, kış gününde içilen sıcak
ıhlamur çayı gibi ısıtmıştı ana vatanlarına kavuşan akıncı boylarının evlatlarını.
Gemi bayram yerine dönmüştü, sevinçten birbirine sarılmalar, şükür duaları yeri göğü
inletiyordu.
İnsan bu eski yorgun gemiden kurtulduklarına mı sevinsinler, ana varana geldikleri için mi
sevinsinler şaşırmışlardı.
Balkan gibi koca Nazif Recep ağa geminin merdivenindeki son basamaktan vatan toprağına
basmadan önce işleri rast gitsin diye sağ ayağı ile toprağa basmıştı.
Gemiden inen herkes toprağa öpüyor, anavatana kavuşmanın sevincine ortak oluyordu.
İyi başlayan yolculuk yolun yarısına gelindiğinde kabusa dönüşmüştü,
Yarım yamalak bir gemiyle yolculuk edilmişti.
Eşyalar gemiden atılmasaydı belki şu anda denizin dibini boylamış olacaklardı.
Gemi yolcusunu ve yükünü indirdikten sonra boş bir şekilde geri dönmek için yola çıkmaya
hazırlanıyordu.
Bira kaç gün sonra bir haber yayıldı misafir edildikleri kampta.
Nazif Recep Ağa ve diğer yolcu kafilesini getiren gemi Karadeniz’in hırçın
dalgalarıyla baş edememiş ve mürettebatıyla birlikte batmıştı.
Anlayacağınız göçmen yolcuların verilmiş sadakası vardı, yoksa hepsi anavatanı görmeden
bu dünyadan çoluk çocuk göçüp gidebilirdi.
Görevliler her zamanki telaşla bir an önce gelen kafilenin konaklama yemek işlerini
tamamlamakla mesailerine devam ediyordu.
Nazif Recep ağa ailesi ve gemideki diğer evlad-ı Fatihan’lar için yepyeni hiç
karalanmamış bir temiz bir sayfa açılıyordu.
Bundan sonra anavatanda yaşanacak tüm acı ve hüzünlü çileler bu yeni defterin sayfalarına
yazılacaktı.
Uzun bir süre bu yeni sayfada tatlı hatıraların olmayacağını neredeyse Türkiye’ye ayak basan
kafilenin tamamı biliyordu.
Recep ağa ve ailesi kafiledeki bir kısım diğer göçmen aile ile birlikte Demirköy’de bir
süre misafir edildikten sonra devletin kararı ile Kırklareli nakledildiler.
Her yeni gelen muhacir aile gibi Recep ağa ve ailesi de sıkıntılarla baş etmeye başladılar.
Geçim şartları çok sıkıntılıydı, ekmek arslanın ağızından midesine inmişti.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen bazen güzel haberler de geliyordu.
Nazif Recep ağa Türkiye’ye ayak bastıktan bir kaç ay sonra Türkiye Cumhuriyeti Cumhur
Başkanı sayın Mustafa Kemal ATATÜR’ÜN imza ve onayı ile Türk vatandaşlığına
kabul edilmişlerdi. *
Bu haber bir yandan büyük bir sevince vesile olmuştu,
oysa bir yandan da acı ilaç gibi tatsız tuzsuz bir şeydi.
Bu insanlar sadece 25 sene önce zaten Türk vatandaşıydılar, ve şimdi tekrar vatandaş
oldukları devlete ikinci kez vatandaş oluyorlardı.
İkinci dünya savaşına gebe olan Avrupa kıtası ekonomik sıkıntılarla boğuşuyordu.
Türkiye cumhuriyeti ekonomik açıdan sıkıntılı ve fakir bir ülkeydi.
Sağlık sistemi hastalıklarla mücadele etmekte zorluk çekiyordu.
Doktor sayısı yetersiz olmakla birlikte ilaç bulmakta ciddi güçlükler vardı.
Ana vatana gelen muhacirler geçinebilmek için yok pahasına karın
tokluğuna günde ez 12 saat çalışıyorlardı.
Recep ağa ailesine bakmakta zorluk yaşıyor bir an önce Kırklareli’nden başka bir yere
taşınmanın çarelerini arıyordu.
Kırklareli’nde çok göçmen olduğu için ev kiralar fırlamış buna rağmen iş bulmak da çok
zorlaşmıştı.
Nazif Recep ağa Çorluyu duymuş çok beğenmişti.
Belki biraz da kendi memleketine benzeyen küçük sakin bir yerleşim birimi olduğu
için Çorluya yerleşmeyi kafasına koymuştu.
Düşüncelerini ve kararını Eşine anlatırken,
hem Çorlu diyordu sınıra yakın, orada daha mutlu oluruz.
Ama başka bir sebep daha vardı.
İçinden Çorlu sınıra yakın, dolayısı ile memlekete de yakın,
Memlekette malımızı mülkümüzü sattık ama, ne olur ne olmaz, oldu da başaramazsak
dönmek zorunda kalırsak yani,
daha az masraf ederek döneriz diye de düşünüyordu.
Dobramin’den ayrılırken bir daha geri dönmemek için her şeyi satan Balkan gibi adam Nazif
Recep ağa Türkiye’de ki yaşam koşullarını görünce herkes gibi yaptığı planları değiştirmek
zorunda kalmıştı.
Hayat her türlü zorluğa rağmen devam ediyordu.
O dönmede Balkanların farklı köşelerinden tekrar anavatana dönmek için yollara düşen
göçmenler aynı kaderi paylaşıyor ve umduklarını değil buldukları ile idare etmesini
öğreniyorlardı.
Nihayet zor da olsa bir yolunu bulup Kırklareli’nden Çorlu’nun
o zamanki adı Paşalana (Türkgücü) köyüne taşınıp yerleşebildiler
Zorlu muhacirlik sürecinin başladığı 1937 yılından bu yana hiç ara vermeden devam
ediyordu , sıkıntılar, yoklular, geçim derdi, derken şimdi bir göç daha yaşamak zorunda
kalmışlardı.
Nazif Recep ağa sınav üstüne sınav vererek Türkiye’de ki üçüncü yılını tamamlamayı
başarıyordu.
Yıllar su gibi akıp giderken zaman insan ömründen eksiltmesini çok iyi beceriyordu.
Çorlu çok küçük bir yerdi, huzurluydu, sakindi, lakin yokluklar ve imkansızlıklar içerisinde
yeni kurulmuş ülke salgın hastalıklarla da mücadele etmek zorundaydı.
Koca Balkan gibi boylu poslu Nazif Recep ağa o dönem Türkiyeyi kasıp kavuran tifo
hastalığına yakalanmıştı. İmkanlar kısıtlıydı, yaşadığı köyü bırakın Çorluda bile sadece bir
doktor görev yapıyordu. Doktora gitse ilaç ve aşı olmadığından dolayı tedavi olmadan geri
gönderilecekti.
Çok büyük umutlarla Kırklareli’nden beğenerek ve çok isteyerek geldiği Çorlunun Paşalana (
Türkgücü ) köyündeki evinde çaresiz bir şekilde hastalığın pençesine düşmüştü.
Balkan gibi boylu poslu koca Nazif Recep ağa maalesef, yorgun bedenini canıyla birlikte tifo
hastalığına yenik düşerek bu dünyaya veda ediyordu
Çok büyük umutlarla çıktığı zorlu çileli anavatan yolculuğu ata yurdundan ana yurduna
kavuştuktan çok kısa bir süre sonra hazin bir şekilde son buldu.
Muhacirlik denen bu acımasız işkence gibi yolculuk ile ilgili,
neden hep ateşten gömlek derler diye
merak edenlere büyük bir ders oluyordu .
Tam da bu arada yazar olarak anıyı bitirmeden bir not düşmek istiyorum.
Bazen biz planlar yaparken başımıza gelenlerden dersler çıkartmak için yazdığım bu
satırlara sadece Balkanlardan göç eden gençler sorumlu olmasın istiyorum.
Anavatan üzerinde hakkı olan her gencimize ders bırakmak için yazıyorum.
Bu gerçek hayattan alınmış öyküler okunsun ve bu yüce millet bir daha böyle hatalar
yapmasın diye yazıyorum.
Balkanları kaybederken, bizi o dönem yönetenlerin sorumsuzlukları yüzünden Türklerin ilk
toprakları sayılan Balkanları kaybetmenin sonuçları herkes tarafından bilinsin istiyorum.
Balkanlardaki Türkler bu sorumsuz devlet adamlarının hatalarının bedelini hala yaşamaya
devam ediyorlar bilin, bilinsin ve duyulsun istiyorum.
Allah bu yüce millete bir daha böyle acılar yaşatmasın diye tarihe not düşüyorum.
Hadi şimdi öykümüze kaldığımız yerden devam edelim.
Boylu poslu Koca Balkanlı Nazif Recep ağa hakkın rahmetine kavuştuktan sadece bir hafta
sonra 13 yaşında anavatan Türkiye’ye ailesi ile ayak basan kızı Nevriye o çaresiz tifo
hastalığının pençesine düşüyor.
Bir kere kara bulutlar dolaşmaya başladı bir müddet gitmez derler ya zaten.
Aynen öyle olmuş.
Başlarındaki koca çınar gitmiş, aile bu sıcak kavurucu günlerde gölgesiz ve susuz
kalmıştı.
Yaşı 16 ya ermiş büyümüş serpilmiş babasına çekmiş boylu poslu güzeller güzeli
Nevriye ümitsizlik içinde kıvranırken yanında sadece annesini bulabilmiş sadece
onun sesini duyabilmiş.
Zaten başka kimsesi yok ki, görmek istese de görecek kimi varki anasından başka.
Ana gibi yar yok derler ya işte o ana geldik şimdi.
Hadi bu bölümü Çocuklarımıza anlatılacak çok eski masal gibi aktarmaya çalışalım.
Kanlar terler içerisindeki Nevriye annesinin azim dua ve gayreti ile bir at arabasına
yatırılarak köyden çıkartılmış.
Çorluda tek olan doktora annesi tarafında getirilmiş
İkinci dünya savaşının başlamasına ramak kaldığı günlermiş
Zavallı annesi aman doktor kızıma bir çare demeden doktor teşhisi koymuştur.
Allahtan ümidini kesmeyen anacığı zaten babasını bir hafta önce kaybettik, birde kızımı
da kaybedersem yaşayamam, benim kızımı hayata döndür doktor diye yalvarmıştır.
Doktor Tifo hastalığının tedavisini biliyor aslında ama imkanlar kısıtlı.
Bak anneciğim elimde sadece bir tane iğne kaldı, onu yaparım ama devamı en erken üç
gün sonra gelir, biz bunu yapalım gerisi Allah kerim demiş.
Nevriye yatakta kıvranırken annesini almış mı ümitsizlik.
Ne yapsın kadın elde yok avuçta yok, çaresizlik içinde kızına derman aramış,
kocamı kaybettim gül gibi filizimi de kaybedemem bu acılarla yaşayamam,
ne olur doktor derdime bir bir çare diye feryad etmiş
Bu anne perişan, bu anne ümitsiz feryat figan.
Doktor elindeki tek kalan o mucize iğneyi yapmış,
sonra sarmış sarmalamış, ateşini ölçmüş yazmış.
Dönmüş Nevriye’nin annesine
Annem demiş, tek kalan iğneyi yaptım, dilerim mucize olur demiş
sonrada üzülerek devamı gerek demiş.
Maalesef devamı en erken üç gün sonra gelecek.
Sen al şimdi kızını götür eve yatır sar sarmala, dediklerimi unutma harfiyen uygula
Üç gün sonra tekrar bana gelin.
Çaresiz ve ümitsiz anne Nevriye’si ile birlikte dönmüş köye.
Ümitsiz bir bekleyiş başlamış.
Ama doktorun mucize iğnesini unutmamış
Nevriye sabaha kadar kan kusmuş terlemiş,
Annesi Allah’tan ümit kesilmez diyerek sabah’lara kadar dua etmiş.
Konu komşu ümitsizce beklerken Nevriye gözlerini açmış iyileşmiş.
Anne bu duruma inanamamış
Tekrar doktora koşmuş
Mucize oldu doktor demiş
Doktor kontrol etmiş hastayı, iyi haberi vermiş.
Başta baba yok, elde yok avuçta yok,
anne ile kızı tutunmuşlar mucizeden sonra yeniden hayata.
Ümit hep olmalı, inanır çalışırsan iyi bir gelecek sana yar.
Anne küçük bir iğne tekrar kızımı hayata bağladı diye sevinirken.
Karanlık bulutlar gitmiş, güneş açmış ortalık şenlenmiş
Kızı Nevriye 18 yaşına basıp serpilivermiş
Bir zamanlar Romanya toprağı
şimdi Bulgaristan toprağı olan Dobriçten Türkgücü köyüne
aynı yıllarda göç eden bir ailenin yakışıklı oğlu
delikanlı İsmail’e sevdalanıvermiş
Aksilik bu ya İsmail’in Askerlik celbi gelmiş.
Öyle derin bir aşkı yarım bırakmak olmaz.
Askere gidince çekilmez bu çile denmiş
Beni başkasına verirler diye
Nevriye İsmail’e kaçıvermiş
Tam dolu dolu dört yıl beklemiş
Askerden dönsün diye İsmail’ini
Bir gün o dönüş günü gelip çatıvermiş
Sonra işler ve her şey çok güzel oluvermiş
hep kötü seyredip gidecek değil ya bu hayat
Önce Serpil, ardından Sermin, daha sonra Nermin
En sonunda da Nevris dünyaya gelivermiş
Romanya’dan gelen kökler
önce pek alışamamışlar eski ana toprağına
sonra kök salmış yeniden sarılıvermişler şanlı ay yıldızlı sancağa
aile büyümüş gelişmiş, peş peşe sıralanmış serpilmiş
Didem, Pelin, Aslı, Anıl, Işıl, Defne, Meriç, Ada, Aylin Deniz ve en sonunda Arda
Bir bir dünyaya gelivermiş.
Kaybedilmiş topraklarımızın kökleri
Aziz hatıralarından yeniden filizlenip yeşerivermiş.
Kıssadan hisse çıkartalım derim ben
Balkanları ve doğduğu Üsküp şehrini çok seven Yahya Kemal
o topraklar resmi vatan toprağı olmaktan çıkınca
bir teselli aramış,
Üsküp şehrini ve Balkanları hayal ederek şiirini şöyle tamamlamış
”Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene” demiş
Kimi ne demek istediğini çok iyi anlamış, kimi ise hiç bir şey anlamaya çalışmamış.
Cevat ÇIRAK
04.04.2020

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yediler Ormanında Kayak

Yaşar Kemal Usta ile UBUNTU'YU konuştuk.

Naim Süleymanoğlu