Kompot

KOMPOT

Güzel bir günün ardından hep birlikte büyük aile olarak akşam yemeğine oturduk.
Oturduk diyorum çünkü yemek masada değil sofrada yenecekti.
Sofrada menü geniş; çorbadan tatlıya kadar her şey var.
Elbette sofranın en güzel tarafı ailecek yemek yemekle birlikte, menünün balkan
yemeklerinden oluşmasıydı kuşkusuz.
Mesela başlangıç olarak supa topçeta (misket çorbası) ile başlıyoruz.
Ardından Bulgaristan Türkleri üsülü bir tepsi kapama var sofranın yanında,
misler gibi, kokuları sarıyor etrafı.
Durun durun kurtulun kapama kokunun etkisinden. daha bitmedi ki beya.
Ardından yine bizim ora usülü patates ve kıymadan musakka var.
Eh anasını yazarken canım çekiyor bu ne böyle yahu.
Neyse burada keseyim diğer yemekler de bende saklı kalsın yeter bu kadar.
Belki başka zaman ayrıca anlatırım size lezzetli mutfağımızı.
Ben size kompot hikayesi anlatacağım, bu yüzden oturdum yazmaya.
Sofranın başındayız , yemekler yendikten sonra tatlıya geldi sıra .
Annem dedi ki iki burkan (kavanoz) kompot var, biri kızılcık öbürü ayva.
büyük sini konulmuş, aile büyüdü kalabalık.
Eskiden annem babam kardeşim ve ben, dört kişiydik.
Şimdi güveler, gelinler torunlar derken 14 kişi olmuşuz, maşallah bize.
Bu tam kadro değil bu arada, daha gelemeyen sofrada olmayanlar var.
Annem hesaplamış ki iki burkan kompot getirmiş sofraya.
Ben öteden beri ikisini de çok severim mesela.
Kızılcık kompot’unu yazın severim serin serin,
Ayva kompotu ise kışın favorimdir nedense .
İşte bu iki şahane güzelliği sofrada annemin elinde görünce ben,
daldım derinlere ve kırk sene öncesine gidiverdim.
Onlu yaşlara dönmem demek, en sevdiğim yerde olmam demek biliyorsunuz.
Köyüm, güzel köyüm geliverir aklıma, bir daha saatlerce günlerce gitmek bilmez aklımdan.
Hayatımın belki en masum, özgür mutlu mesut günleri, nasıl anlatsam size bilemiyorum ki!
Belki o cennette günlerim nedeniyle hep çocuk ruhumu korumaya çalışıyorum.
Düşünsenize ortasından dere geçen bir köy, yemyeşil,
su, kuş ve çocuk sesleri ve melodileri içerisinde.
Doğusunda bir göl, batısında daha büyük muhteşem bir göl daha.
Koyunlar, kuzular, keçiler çeşmeye su içmek için seni bekliyorlar sayanın kapısında.
Kırmızı beyaz benekli inek ve yanında yeni doğmuş buzağısı.
Bahçede en çok sevdiğim beyaz ördekler, kazlar, hindiler tavuklar.
Büyük elma ağıcının altında ki kafeste yem ve u bekleyen güvercinlerim.
Kerpiç ve tahtadan yapılmış eski osmanlı evimizin arkasındaki ambarda erzak bekleyen
tavşanlarım, Hepsi gri sadece biri beyaz, canım tırsak tavşanlarım.
Hey gidi günler hey,
Bizde mesela eşek yoktu katır vardı.
Dedem katırları tercih ederdi, onlar daha güçlü çoçuğum;
Bize iş yapacak yardımcı lazım derdi.
Katırımız iri yarı neredeyse bir at boyundaydı, ama, eşek kadar yük taşırdı derler ya…
Dedem ara sıra havaların iyi olduğu yaz günlerinde katıra beni bindirir yularını tutar
gezdirirdi.
Gezdirirdi dediğim avlu içerisindeki büyük elmanın altında arabaya bağlı dururdu
gündüzleri, oradan dama kadar, yani yüz metre kadar da olsa binerdim katıra.
Sanki katırın üzerinde değil de bulutların üzerinde süzülüyormuşçasına
mutlu mesut olurdum gerçekten.
Çocukluk işte, çok deli dolu, eğlenceli sevgi dolu yaşadığım için
unutamıyorum sanırım mesut günlerimi.
Mutlu insanları diğerlerinen ayıran özellik nedir derseniz?
Etraflarına sürekli pozitif enerji yayar mutlu insanlar, hele mutlu çocuklar, neşe saçarlar.
İşte dostlar her zaman yanımda evimizin köpeği sadık dostum lucky ve ben böyle şirin mi
şirin bir köyde yaşardık bir zamanlar.
Daha beton demir ve tuğladan olan yeni evimiz yapılmamıştı.
İki dönüm bir tarla içerisinde, iki katlı kerpiçten, tahtadan ve çatısı çingene kiremidinden bir
köy evinde yaşarken, kırk yıl sonra o muhteşem keyifli günleri hatırlayıp yazacağımı
o zamanlar bilmiyordum doğal olarak.
Başımıza nelerin geleceğini nereden bilecektik ki ?
Ama unutmak ne mümkün!
İşte Bulgaristan Eski Cuma (Targovishte) iline bağlı Muratlar (Buynovo) köyü adlı o cennet
diyarda her çeşit ev hayvanımız ve meyve ağaçlarımızla birlikte yaşardık bir zamanlar.
Sebze ve meyvelerden söz etmiyorum, her yerimiz meyve ve sebzeyle doluydu zaten.
Dedim ya eski köy evimiz iki katlıydı.
Biz üst katında oturur alt katlarımızı ise ev hayvanlarımızla paylaşırdık.
Bizim sürekli zaman geçirip oturduğumuz büyük odanın altındaki odada
buzası ile kırmızı beyaz benekli ineğimiz, birde katır bize komuşuluk ederdi.
Koyunlar ve keçiler sayvant aldında dedemin odasına yakın oluklarından
dememle babaanneme komşuluk ederlerdi.
İkinci kattaki odamızın karşısında, sundurmanın diğer tarafında ise
meşhur kışlık gıdalarımızın depolandığı kiler odası vardı.
Anahtarı bir tek dedemde ve babaannemde vardı.
Babaannem çok titiz bir kadındı.
Aynı zamanda hep mesafesini koruyan sert bir mizacı vardı.
Buna rağmen öyle güzel yemekler yapardı ki parmaklarınızı yerdiniz.
Bana göre en favori iki yemeği neydi sorsanız?
Hemen birinci sıraya Pesmet derdim. İkinci sıraya kus kusu sıralardım.
Dünyada ondan daha iyi pesmet pişireni görmedim desem yalan olmaz.
Pesmetleri don yağı (dondurulmuş hayvan yağı ) ile pişirirdi.
Kızarma derecelerini öyle bir ayarlardı ki pembe bir renkte olurdu hepsi.
Bir tanesi bile yanmaz yada çiğ kalmazdı, nasıl yetenekli bir kadındı babaannem,
bugün bile şaşar kalırım marifetine.
Diyorum ya size yemek ustasıydı kadın maşallah.
Bir çok insan kus kusu sevmez belki bilmeyenler çoğunluktadır.
Ama babaannem size bol tereyağlı ve bol köy peyniri serpiştirilmiş bir tepsi kuskus yapsında
görün bakın sofrada kaşıklar yarış halinde nasıl tepsiye dalıp çıkıyor.
Sofradakiler biraz fazla nasiplenmek için adeta kendileriyle yarışırlardı.
İşte o kus kusun üstüne size nalatacağım baş röldeki kompotlara sıra geldi.
Kilerden kendisi gider seçerdi, ve o kus kusun yanında da en çok
kızılcık kompotu yakışırdı arkadaş.
Düşünsene bol tereyağlı ve deli gibi köy peynirli kus kusun üstüne
kompot tasından kana kana, doya doya kızılcık kompotu ile kapak yapıyorsun.
Oy oy dağlarına bahar gelmiş memleketimin , bu ne böyle yahu, acıktım ben vallahi.
Bırakın beni ben köyüme döneceğim.
Kompot’un içindeki kızılcık tanelerini bazen kulak asmaz çekirdekleri suyu ile birlikte
serin serin içerdik.
Ama işte asıl sorun bundan sonra başlardı biliyor musunuz.
Neden derseniz ben doymazdım.
Bir burkan daha isterdim.
Ama nerde…
Babaannemin kuralları katı idi, öyle her istediğin her zaman olmazdı.
Şimdiki çocuklar gibi, mesela gevezelik edeceksin de sana bir tane daha açacaklar,
yok öyle bir dünya dostum.
Bir kere hayır dedi mi, hayırdır o, konu kapanmıştır.
Ama durun bakalım, bir hal çaresine bakacağım.
Benim çocukluğum derslerimde başarılı olmama rağmen hep yaramazlıklarla geçti.
Yok öyle isteklerine gem vurup kenara çekilmek.
Çocukluğumdan bu yan adetimdir, aklıma geleni yarına bırakmam yapmaya çalışırım ben.
E ne yapacağız peki, çözüm kolay.
İçimde sakladığım gerçek Cevatı gün yüzüne çıkartmak gerekiyor.
Ben aklıma koyduğumu yaparım arkadaş, yok öyle kaçmak.
Peki hadi sizi daha fazla merakta bırakmayayım.
Demiştim ya size bizim oturduğumuz ikinci kattaki odanın karşısında kiler var diye.
İşte o kapısı her zaman kilitli kilere ben bir yolunu bulmuş her zaman giriyordum.
Bizim iki katlı kerpiç evin tahıl ambarı evle bitişik olarak yapılmıştı.
Tavşanlarımız da o ambar içindeki bir bölümde kalıyordu.
Ne zaman tavşanlara su ve yemek götürmeye gitsem, gizli özel operasyon başlardı.
Ambarın çatışsına çıkılan bir bölüm vardı.
Önce tavana oradan da çatıya çıkılıyordu.
Bana tavan arası yeterliydi.
Ben o tavan arasından dikkatlice iz sürerek, yürür kilerin üstüne gelince dururdum.
Evet canlar operasyon zamanı, gelmiştir.
Kiler odasında da tavana çıkmak için ahşap bir menfez kapak vardı.
O kapağı usulca gürültü etmeden açar delikten kiler odasına salınıverirdim.
Veee karşınızda çeşit çeşit kompotlar sıra sıra dizilmişler, senin onları seçemeni bekliyorlar
Ben fakirden alıp zengine veren bir anlayışla istediğimi açar içer tanelerini de yer, eğer
çekirdek varsa onları da sarıp sarmalar is bırakmaz cebime koyardım.
Kompotu bittirdikten sonra kapağını tekrar burkana (kavanoza) takar
sonra usul usul kirişi kırardım.
Şimdi biliyorum içinizden birileri kurnazca sorgulama yapar tavana o yaşta nasıl zıplardın
yaz da görelim bakalım diye şeytanın avukatlığını yaparak ellerini ovuşturuyordur.
Lütfen arkadalar biz köy çocuğuyuz, ne zaman kafaya koyduysak o işe bir çare buluruz.
Kiler kapısının yanında altında üç raf olan bir masa vardı, o kapının açma kolu merdiven
basamağı görevi görürdü.
Önce masanın üstüne çıkar, sonra kapı açma koluna basar biraz da zıplayınca tavadaki
menfez kapağına ulaşırdım. Geriye kendini yukarı doğru çekmek kalırdı.
Evet kabul ediyorum öyle çok kolay değildi ama imkansız da değildi.
Hem kitaplarda öyle yazmıyor mu; güzel şeyler çabasız zahmetsiz olmaz demiyor mu.
Biraz üstüm başım tozlanırdı, bazende kendimi yukarı çekerken karnımda çizikler olurdu
ama olsundu, o kadar olacak güzel kardeşim.
Yok öyle üç uruşa beş köfte.
Kutsal bir amaç için yola çıkmışsın, en sevdiğim şey; öyle armut piş ağzına duş var mı, yok.
Asıl bomba operasyonumdan sonra kopardı.
Babaannem yemek zamanı kilere gider kapakları kapalı boş kavanozları görünce;
Be canım bu burkanlara ne ole bole, kim karışıtıre bunları, kim benden habersiz yiye diye
kendi kendine söylenirdi. Faturayı da her zaman canım Mehmet Ali dedeme keserdi.
Aman kim yiyecek benden başka…
kimde anahtar var Mehmet Ali de …
Doymadı yemeğe bu adam, böyle giderse kışı çıkaramayacağız
diye dedeme söylenirdi Fatma babaannem.
Dedem hiç tepki vermez bana bakarak gülümser göz kırpardı.
O göz kırpınca ve gülümseyince ben suçluluk duyar ama duygularımı
belli etmez içime atardım.
Hatta dedeme üzülürdüm. Haksız yere suçlanıyor dedeciğim derdim.
Ama dedem diyorum ya size hiç oralı olmaz her zaman geçiştirirdi.
Ne olacak hanım, kim yiyecek bizden başka der konuyu hemen kapatırdı.
Günler böyle akıp giderken ben büyümeye , kilerdeki boş kavanozlar
da çoğalmaya devam ediyordu.
Hiç unutmuyorum bir pazar sabahı evde pesmetler pişirilmiş sıcak sıcak mideye
indirilmişti. Ev halkı işe koyulmaya hazırlanıyordu.
Pesmetler yenmiş üzerine köy yoğurdundan yapılmış ayranlar içiliyordu.
Ben pesmetlerden sonra illa kompot tercih ederdim, biraz tatlı olması gerekiyordu benim
içeceğim.
Gelin görün ki sevdiğim şey bu sabah sofrada yoktu.
Tavşanların ekmeğine suyuna bakma vakti geldi dedim içimden gülümseyerek.
Koşa koşa gittim ambara, her zamnki yollardan geçerek kiler odasındaki kapağı ulaştım.
Ev kalabalık diye çok sessiz çalışıyordum.
Kapağı açtım, sıra sıra dizilmiş kompotları görünce
az sonra cennetin kapısındasın dostum dedim kendimle konuştum.
kızlıcık mı istersin ayva mı, kiraz mı hepsi senin,
içime bir neşe geldi keyiflendim.
Bir yandan da ne kadar kurnaz olduğumu düşünüyor kendimle gurur duyuyordum.
Aynı anda menfez kenarlarından tutunmuş bedeni odanın içine salmıştım.
Geriye sadece ellerimi bırakmak kalmaştı.
Ellerimi bıraktım ve tam yere düşmek için hazırlanıyordum
Aanlayamadığım bir şey oldu yere düşmedim nedense
Hava da mı kaldım diye tavana bakıyordum, bir terslik vardı.
Bedenimde önce bir sıcaklık hissetti sonra iki kol arasında olduğumu fark ettim.
Kafamı çevirmemle dedemle yüz yüze geldim.
Korku ve heyecan mı yaşıyordum yoksa yolun sonun mı gelmiştim…
Oyun bitti dedim.
Yakalandık.
Korku dağları sarmıştı, ne diyeceğim ne söyleyeceğim, nasıl savunacağım kendimi hiç bir şey
düşünemez oldum.
Dedem bu arada tüm bedenimi usulca ayaklarımın üsten bırakıverdi.
Ayaklarımın üzerindeydim ama sağlam mı basıyordum güvendemiydim bilmiyordum.
Sadece korkuyordum başka bir şey düşünecek durumda değildim.
Gelecek şiddetli tepkiyi bekliyordum, savunmasız zavallı bir düşman askeri gibi
hissediyordum.
Cezamı razıydım, ayrıca razı olmasam kaç yazar diyordum içimden.
Olanlar olmuştu artık.
Suçlu ve kısık bir sesle dede diye giriş yaparak başladım söze
Dedem hiç konuşmadan bana işaret parmağı ile sus işareti yaparak, usulca hangisinden
açalım dedi.
Suç üstü olmuşum zaten birde tercih mi yapacaktım, hadi canım ordan.
Sen hangisinden istersen dede deyiverdim istemsizce.
Dedem gülümseyerek, sen kızılcık seviyordun bende kızılcık seviyorum hadi sen seç bir tane
açalım içelim demez mi.
Ben bittim dedim, hayır hayır ben bitmedim yandım kül oldum ben.
Dedem belindeki kınında taşıdığı gözü gibi baktığı çoban bıçağını çıkarttı ve burkanı açtı.
Gerçekten içtik kızılcık kompotunu, içtik ama ne içtik, ben anlamadım,
Dedem hem burkandan içiyor, hemde kis kis gülüyordu,
bir yandan da sessiz ol işareti yapıyordu.
Babaannem dedeme kızıyor dedem oralı olmuyordu ya hani,
içimden, neden kayıtsız kaldığı belli oldu dedim.
Sonra ilk kez binbir zorlukla tavandan girdiğim kilerden kompot yedikten sonra ilk kez kapısından çıktık dedemle birlikte.
Bu olay aramızda kalan ilk sırrımız değildi elbet, daha sonra neler neler yaşadım da
dedem tarafında kurtarıldım bir bilseniz, yazsam roman olur.
Dedem hem gülüyor hem de sayvant altındaki odasına doğru ilerliyordu, ben bir adım geriden başım önde ayak adımlarımı sayarak ve sadece önüme bakarak yürüyordum.
Cevat ÇIRAK
21.03.2020

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yediler Ormanında Kayak

Yaşar Kemal Usta ile UBUNTU'YU konuştuk.

Naim Süleymanoğlu