Şu Bulgar’lara Bak…



Hazırlıklarımız tamamlanmıştı
Anavatan yolları bizi bekliyordu
Yıllardır hayalini kurduğumuz
Adı anıldığında kalbimizin pırpır ettiği
Türkiye’mize kavuşacağımız saatler yakındı.
Tren sınırdan geçerken büyük ve kalın bir kitabın
sahifeleri adeta kapanıyor, 500 yıllık bir tarih mazi oluyordu.
Osmanlı kuzey akıncıları olan bizlerin ataları, dedeleri,
1354 yılında Çanakkale Gelibolu Üzerinden girdiğimiz Balkanlara
1978 yılının Eylül Ayının 18 günü veda ediyorduk.
Sultan 1 Murad Döneminde Edirnenin fethedilmesinden sonra
Osmanlının Başkenti olan Edirne şehrine heyecanlı
bir yolculuktan sonra nihayet ulaşmıştık.
Serhat şehir Edirne’de 1 gün devlet misafirhanesinde misafir edildik.
Çoçuktum, 13 yaşındaydım, masal gibi günlerden geçiyordum.
Hayatımıda ilk kez bir tabak içerisinde bizlere yemek olarak
sunulan küçük küçük yeşil küçük balık pullarına benzeyen,
bir yemek verdiler, sonradan alıştık, adı mercimekmiş,
soframızdan hiç eksik olmayan bu yemeyi menümüze kattık.
Bir gün sonra eşyalarımız bir kamyona sığdırıldı, yola çıktık.
Padişahlar şehri İstanbul tabelasını geçtiğimizde anladık büyüklüğünü.
Ne kadar küçük bir yerde yaşıyormuşum dedim kendi kendime, korkmuştum.
Beşyüz Evler semtindeki bizim için tutulan kiralık yeni evimize ulaşmıştık.
Dedem, annem, babam, kardeşim ve ben bir de daha önce
Türkiyeye göç etmiş bir kaç akrabamızla hemen eşyalarımızı taşıdık.
Henüz yerleşmedik, her şey çok hızlı gelişiyordu.
Ülkemizi, köyümüzü, hayallerimizi, umutlarımızı, malımızı mülkümüzü
kısacası bugüne kadar biriktirdiklerimizi, mezarlarında bıraktığımız
öksüz kalan cenazelerimizi, boynu bükük terketmek zorunda kalıp
anavatana göç etmiştik.
Nerden bilecektik bu kadar zor olacağını, hiç tahmin etmediğimiz,
hayal edemediğimiz maceralar yaşadık ,ki bizim hiç alışık olmadığımız
bilmediğimiz, akıl edemediğimiz şeylerdi bunlar.
Artık Deliorman eteklerindeki köyümüzde değildik,
Bulgaristan bizim memleketimiz değildi, muhacirdik artık.
Eski Cuma günleri yerine İstanbul Türkiye günleri başlamıştı.
Topu topu üç kısa güne beşyüz yıllık bir geçmişi sığıdırmış,
yeni bir hayata, dünyaya, düzene, kültüre merhaba demiştik.
Hayat tüm güzellik ve çirkinlikleri ile akıp gitmekten vazgeçmiyordu.
Yeni evimizdeki ikinci günümüzde akşam saatlerinde,
evin ekmek alma sorumluluğu bende olduğundan dolayı,
yeni yuvamızın bulunduğu mahallemizdeki bakkala ekmek almaya geldim.
3 gün önce köyümüzdeki magazinden ekmek alan ben, bugün, ilk kez,
ekmeğimizi bakkal dükkanından alacaktım. Bakkala girdim;
-üç ekmek dedim (istedim)
bakkal sahibi önce parayı aldı sonra üstünü çevirdi, saymadan cebime koydum.
bana ekmeğin fiyatını söylemişlerdi ama ben yine de
para üstü ne verirse ona razı olacaktım çünkü yolda öyle karar vermiştim.
Yanımda getirdiğim file şeklindeki torbamı verecektim ki,
bakkal ekmekleri dolabın içinden alıp bir naylon poşete koyup bana uzatıvermişti.
Sevinmiştim ama belli etmedim,
ne güzel artık yanımda torba taşımayacağım dedim içimden.
Bizim köyde herkes torbasını yanından getirmek zorundaydı, magazin bedava poşet vermezdi.
Arkamı döndüm, kapıdan çıkarken bakkal sahibinin, yanındaki arkadaşına;
''Yahu bu Bulgarlar ne akıllı insanlar daha dün geldiler bugün Türkçe konuşuyorlar''
dediğini duymak zorunda kaldım.
Evle bakkal arasındaki beşyüz bilemedin altıyüz metre mesafe
bana kocaman bir asır gibi geldi,
Ne demekti, Şü Bulgarlar?
Ne demekti bir günde Türkçe öğrendiler?
Bu insanlar neden bize böyle davranıyorlardı?
Neden bizi dışlıyorlar, ötekileştiriyorlardı?
Sorular sorular kafamda gidip geliyordu.
Hiç mi tarih bilmiyorlardı?
Bu kadar cahil olmalarını kabul edemiyordum.
Bulgar olsaydık neden Bulgaristanı bırakıp Türkiyeye gelelim ki diyordum, neden?
Yoksa ailem bana ve kardeşime bazı şeyleri doğru anlatmıyor muydu,
biz Türk değil miydik gerçekten.
Evimle bakkal dükkanı arasındaki beş dakikalık mesafede
o kadar çok şey geçirdim ki kafamdan, darmadağın olmuş bir çocuktum artık ben.
Ondokuzuncu yüzyılın başına kadar aynı devletin vatandaşı, insanı olan
bakkal ile ben, şimdi ne olmuştu da ayrışmıştık.
Bizim Balkanlardaki yüzyıllık Türklük, ana dil, din mücadelemiz,
nasıl bilinmez, görmezden gelinirdi ?
Yüzyıllık kimlik dil, din mücadele tarihimizde kaybolan,
sürülen, öldürülen aydınlarımız
neden yok edilmeye, önemli görevlerden alıkonularak hapislerde
çürütülmüşlerdi.
Balkanlardan ana vatana yapılan göçler sırasında ölen iki buçuk milyon
Türk'ün ruhunu sızlatacak böylesine bir bilinçsizlik, cahillik nasıl kabul edilebilirdi?
Bu sorular yumağını uzun yıllar hiç kafamdan silip atamamıştım.
Artık ben ne geldiğim ülkeye ait hissediyordum, nede bulunduğum yeni ülkeye.
Hani bir şeylerin senden eksildiğini bilirsin için acır ya hani,
sen, buna rağmen, yaşama tutunmak zorundasındır, ve tutunursunda bir şekilde,
öyle bir şey işte bu muhacirlik.
Atalarımız boş yere dememişler demekki:
” Muhacirlik Ateşten bir gömlek giymektir” diye.
Bu huzursuzluk, mutsuz eden karışık duygularım bir kaç yılıma mal oldu.
Lise yıllarıma kadar süregelen bu travmalarım okuma öğrenme sevdam sayesinde bir nebze olsun hafiflemişti.
Okumayı hiç bırakmadığım iyi oldu,
yıllar sonra travmalar yaşamış çocuk ruhuma su serpen şu sözleri okuyacaktım.
”Muhacir diye küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani “Düşmanla sonuna kadar dövüşenler”. Çekilen ordunun ri’cat hatlarını sağlamak için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir. Muhacirler kaybedilmiş ülkelerimizin milli hatıralarıdır.”
M. Kemal ATATÜRK 17.01.1931
Neden sonra öğrendim ki bana Bulgar diyen bakkalın sahibi de zaten Türk değilmiş.
Analadım ki bizi anlamaları tanımaları kabul etmeleri zaman alacak, bizim de kendimizi yeniden toparlamamız, bu şoklardan arınmamız zaman alacaktı, Ben yıllar sonra, büyüdükten sonra yani Bulgaristan Türkü olmaktan büyük onur ve gurur duydum, kendimle iftihar ettim. Biz kuzey akıncılarının torunlarıyız, çalışkanız, diz çökmeyiz, zorluklar bizi yıldıramaz, ekip biçmeyi de biliriz, söküp takmayı da beceririz çok şükür.
Hiçbir zaman ana yurdumuzda da ata yurdumuzda da devletimize yük olmayız,
Atamız Atatürkün bizi taraf ettiği gibi, kendimizi feda eder, ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenleriz biz. Biz Muhacirler kaybedilmiş ülkelerimizin milli hatıralarıyız.
Yıllar geçti, çalıştım, çalıştık, çalışıyoruz, şükürler olsun yolumuz iyilik, güzellik, aydınlıktır bizim, durmak yok yola devam.
Ne diyor Büyük önderimiz;
”Ne Mutlu Türküm diyene”
Cevat ÇIRAK
cevatcirak.wordpress.com
cirakcevat.blogspot.com
26.02.2016

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yediler Ormanında Kayak

Yaşar Kemal Usta ile UBUNTU'YU konuştuk.

Naim Süleymanoğlu