TEZGAHTAR

                                                                                                                                                                                 

                                                TEZGAHTAR

Haziran ayını yarılamıştık ve çok mutluyduk, güneş bir faklı gülümsüyordu yüzümüze, adeta göz kırpıyor geçmiş olsun diyordu bizlere. 3 yıllık yoğun bir lise hayatımız bugün alacağımız son karneler ile birlikte bitiyordu ve biz okula veda edecektik.  Kolay değil 11 yıl sonra o çocuk yaşlarda bizlere eziyet gibi gelen okul yıllarımız nihayete ermiş oldu, ne mutlu bizlere.  Çok değil bir hafta bile dinlenmeden iki yaz döneminde çalıştığım terlik üretim ve satış atölyesinde tekrar iş başı yapmıştım.  Yıl 1983 ve ben büyümüş bir yetişkin olduğumu sanarak kendi ayaklarım üzerinde duracak ve para kazanmaya başlayacaktım.  Atölye de 4 kişi çalışıyorduk, gelen özel kalasların üzerine kalıplar marifeti ile ökçe resimleri çiziyor daha sonra onları şerit makinasında keserek ökçe ve terlik tabanı haline getiriyorduk.  Aslında hiç şu anda anlattığım kadar kolay bir süreç değildi. Son derece yorucu ve bir o kadar da tehlikeli ve tozlu bir süreçti. Kolay değildi dahası vardı, ökçe ve terlik tabanları bir tel ızgara üzerinde yüksek ateş ve ısıda olan fırına atılıyor ve kurumaları sağlanıyordu. Kuruma işleminden hemen sonra zımpara makinası ile parlatılıyor ve pürüzlerden temizleniyorlardı.  İnsan anlatırken bile yoruluyor, ne kadar yıprandığını hissediyor,  anlıyor. Ökçeler ve terlikler ilk kat astar vernikle boyanıyor ve tekrar kurumaya bırakılıyordu, kuruduktan hemen sonra ince kağıt zımpara ile tekrar zımparalanıyor ve ilk kat vernik sürülüyordu.  Yoğun ve zahmetli bu işlemlerden sonra terlikler ve ökçeler şekil almaya başlıyorlardı. Daha sonra terliklerin sayaları (üs yüzleri) monte ediliyor ve her numaradan en az birer çift olmak üzere takım haline getirilerek naylon poşetlere paketleniyor ve satışa hazır hale getiriliyordu.  Bizim atölye kesim, boya, montaj ve satış bölümlerinden meydana gelen 3 odası olan eski bir otomobil garajı ile birleştirilmiş bir apartman dairesinin zemin katıydı. Arkadaki bir oda ve garaj kısmı üretim ön oda toptan ve perakende satış mağazası olarak faaliyet gösteriyordu.   Biz 4 gariban işçi ve birde patronun kendisi her gün her saat her dakika sanki hayat hiç bitmeyecekmiş gibi üretmeye devam ediyor ve müşteri gelirse satış yapmaya çalışıyorduk. Bir kişi hariç hepimiz her işi sırasıyla yapıyorduk sadece bir ustamız terlikleri sayası (ön yüzü) ile tabını birleştiriyor yapıştırıyor ve montajı tamamlıyordu.  Müşteri gelince durumlar değişiyor lehime dönüyordu,  sanırım biraz gazla ve biraz da benim insanlara yakın ve sıcak davranmamdan olsa gerek tezgaha (satışa)  ben bakıyordum.  Üretmeyi de seviyordum ama, sanırım satış yaparken müşterilerimize kibar ve sıcak davrandığımdan olsa gerek, ikinci kez gelen müşterimiz hemen benimle göz teması kurarak benden hizmet almak istediğini belli ediyordu.  Gülümsemek o yıllarda  o kadar kolay bir iş değildi, Türkiye’nin o yılları yokluk, karaborsa, kuyrukların ve bol bol sağcı ve solcuların olduğu yıllardı. Üretim azlığı nedeniyle her şey fiyatının 3-4 katına satılıyor, hatta grevler nedeniyle birçok ürün kara borsada çok pahalı olmasına rağmen bulunmuyordu.  Müşteriler bazen sanırım beni sevdiklerinden ve halime acıdıklarından küçük para üstlerini benim cebime bahşiş olarak bırakıyorlardı.  İlk başlarda tepki alırım diye korkuyorken, patronumdan aldığım onaydan sonra aslında işimi doğru yaptığımdan dolayı, iyi hizmet alan insanlar tarafından bahşişle ödüllendirilmek beni daha da tetikliyordu; Her hafta sonu aldığım haftalığa bahşişlerimi de ilave ediyor ve parayı anneme verirken çok daha mutlu oluyordum.  Biz o zamanlarda arsa almıştık kendi evimiz olacak umuduyla var gücümüzle yemiyor içmiyor biriktirmeye çalışıyorduk, taksitlerin birini ödüyor sanki 3 gün geçmiş gibi diğeri yetişiyordu, kira yemek derken taksitleri ucu ucuna denkleştiriyorduk. Evimiz olacaktı hayali ailemizi umutlandırıyor yemiyor içmiyor taksit ödüyorduk.  Öğle yemeklerimi masraf olmasın diye annem çalıştığı başka yakın bir atöyleden her öğle saatinde bana getiriyor ve yemeye para vermemeye çalışıyorduk. Annemin yemek getiremediği günlerde bakkaldan yarım ekmek ve bir üçgen karper peyniri alarak ekmeğin içine sıvıyor ve karnımı doyuruyordum.  Bir gün frezede (zımpara makinasında) terliklerin ökçelerini zımparalarken yine annem geldi ve bana makinanın gürültüsünü bastırabilmek ve duyurabilmek için yüksek sesle seslenerek Cevat’a haber verir misin yemeğini getirdim diye seslendi. İşte o an benim başımdan hem kaynar sular hem de soğuk sular aynı anda dökülmüştü. Annemin beni tanıyamamasının nedeni yüzümün ve üstümün zımparadan çıkan talaş ve tozlardan dolayı tanınamayacak bir halde olmasıydı. İçim acıdı,  ömrümden ömür gitti, zaman ve saliseler geçiyor ben çaresizliğimizi iliklerime kadar yaşıyor ve yanıyordum.  Neden bilmiyor ama 17 yaşında bir çocuğun takınamayacağı olgunluğa büründüm ve anneme uzaktan sesimi değiştirerek seslendim hemen haber veriyorum teyzeciğim dedim ve arka garaj bölümüne koşar adımlarla kendimi attım. Derin bir nefes aldım, annemi üzmeyeceğim dedim, yüzümdeki ve üstümdeki tozları temizliyor ve aynı andan atölyedeki tanıyamadığım kendimi bulmaya, ortaya çıkartmaya çalışıyordum. Belki 5 belki 10 saniye temizlendikten sonra yüzüme gülümseyen maskemi takarak, yorgunluğumu ve yılgınlığımı atölyede bırakarak annemin yanına gittim, karşıladım ve acelesi olduğunu bildiğim için güler yüzle uğurlayarak işine yetişmesini sağladım.  Daha sonra garajdaki bölüme geçerek yemek molamı kullanmaya başladım. O gün yemek yiyemedim,  o gün hiç karnım acıkmadı, o gün benim ayaklarım suya ermişti sanki. O gün anlamıştım ailemin her ferdinin yoksulluğumuzu birbirimizden gizlediğini.  Yokluk ve çaresizliğin ne demek olduğunu o gün anlamıştım ben.  Evimiz olacak umuduyla tüm ailemizin ne kadar sıkıntı çektiğini, çok zor bir işte aileme yardımcı olmaya, katkı sağlamaya çalıştığımı anlamıştım. Vücudumda ne kadar hücre varsa o günü bir milat olarak kabul etmelerini sağlamıştım, Dedim ki bu sıkıntılı ve karanlık yorucu ve soğuk günler geçene kadar şikayet etmek yok,  her canımın çektiğini istemek yok, bir pantalonun varsa ikinciyi hayal etmek yok,  yorgunluğunu eve gidince anne baba kardeşe hissettirmek yok,  umut var, hayal var pes etmek yok.  Bir şeyin sözünü daha vermiştim kendime, bu konu evimiz olana kadar, borcumuz bitene kadar kimseyle paylaşılmayacak ve sır olarak kalacaktı bende, öyle de yaptım. Yıllar sonra yani belki 25 yıl sonra borcumuzun olmadığı, yüzümüzün güldüğü bir keyifli akşam, annem babam ve kardeşimle birlikteyken bu konuyu açtım ve açıkladım. Önce bir suskunluk oldu, sanki bana bizde de benzer anılar var der gibi baktılar ve hüzünlenir gibi oldular ama çabuk toparlanarak yine gülümsediler.  Anacığım o gün acısını içine gömdü ve bana nurlu yüzüyle tebessüm ederek şükürler olsun oğlum, sağlığımız yerinde, o günler geride kaldı, önümüze bakalım birlik ve beraberliğimizi muhafaza edelim dedi ve elimdeki çay bardağını alarak tazelemek için mutfağı gitti.
Cevat ÇIRAK
.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yediler Ormanında Kayak

Yaşar Kemal Usta ile UBUNTU'YU konuştuk.

Naim Süleymanoğlu